Karakayalar

Korku ve açlığın vücuduna verdiği halsizliğe yenik düşen Bertuğ, düştüğü yerde bu karanlık mahzende uyuya kaldı. Uyandığında yine aynı yerdeydi. Bir mucizede olmamıştı. Rüyasında yol gösterende...

Gün neredeydi? Saat kaçtı? Ne kadar uyumuştu? Hiç bilmiyordu. Bildiği bişey vardı her taraf kapkaranlıktı.

Ya düştüğü yer vahşi hayvanların iniyse. Hadi kurtlar ine girince Bertuğ’u parçalayıp yerse...

Hayır hayır aklından silmeliydi bu kötü düşünceleri. Polyannacılık oynamak en güzeliydi. Belki de kurtlar Bertuğ’a yol gösterecekti buradan çıkması için.

Ergenekon Destanında da bir bozkurt yol göstermemiş miydi? Göktürklere.

Demir dağları eritip kavuşmamışlar mıydı özgürlüklerine...

Of Bertuğ başına gelen felaketten ders çıkarmamış olacak ki yine efsaneye bel bağlamıştı.

Bertuğ’un ütopyasın da sonu gelmeyen hayaller ve yaşadığı gerçekler.

Daha Ala sayvanken gökyüzü çıkmıştı evinden. Belkide bir gün boyunca buradaydı Belkide daha fazla.

Bu karanlıkta oturup beklemekle olmuyordu. Ne Ergenekon destanında ki börteçine ne de simurg (Anka kuşu) bunu karanlıktan kurtarmayacaktı. Bir karar verdi. Kendi göbeğini kendi kesecekti her zamanki gibi. Karanlıkta ilerleyecek yolum sonu nereye çıkarsa artık. Ya herro ya merro deyip kalktı ayağa.

Ayaklarıyla yeri yoklayarak ilerliyordu yavaş yavaş. Bazen ayağı taşlara takılıyor düşmekten son anda kurtuluyor. Bazen dizi kıvrılıyor ayağı tökezliyordu. Bazense topraklar dökülüyordu üzerine. Gözüne kaçan topraklardan dolayı gözünü ovcalamaktan neredeyse kör olacaktı. Zaten karanlıktı her taraf bir de kör olursa...

Gittiği yer hakkında hiç bir bilgisi olmayan Bertuğ metrelerce yol yürüdükten sonra sağ tarafında küçük bir ışık gördü. Ya güneşin huzmesi mağaranın deliklerinden sızıyordu ya da bir mum ışığıydı. Belkide ışığın geldiği yerde birileri yaşıyordu. Belkide burası farklı bir atmosferin olduğu farklı bir dünyaydı. Ya içindeki canlılar insan değilse! Sadece yaratıksa!

Aklında bin bir düşünce ile ışığın geldiği yöne doğru ilerliyordu. Artık etrafındakileri seçebiliyordu. Burası bir sürü tünelden oluşan toprak oyularak yapılan. Koca bir labirenti anımsatıyordu. Hangi tünelden geçmeli hangi yoldan gitmeli. Labirentin hangi ucu çıkışa giderdi, hangi ucu mutluluğa...

Işın geldiği yöne doğru gitmek zorundaydı. Başka da çaresi yoktu. Çokta acıkmıştı keşke bir şeyler bulabilseydi.

Adım attığı her yerde insan ve hayvan fosilleri kafatasları görüyor ürperiyordu. Karanlıkta yürümek mi yoksa cılız bir ışın aydınlattığı yerde yürümek daha korkunçtu. En azından karanlıkken kemiklerin kafataslarının içinde yürüdüğünü bilmiyordu. Ayakları da ıslanmaya başlamıştı. İnşallah tünelin içinde bataklık olmaz zira tek çıkış noktam diye düşündü.

Tünelde ilerlerden Bertuğ kafasına sert bir cisim çarptı. Aldığı darbe ile tünelin taş duvarlarına sarıldı. Başını kaldırdığında ismini bilmediği bir kuş kanat çırpıyordu. Tünelin duvarının yukarısında oyuk taştan derin bir yere inip inip kalkıyordu. Sanırım burası bu kuşun yuvasıydı. Belki yavruları belkide yumurtaları vardı. Birden Bertuğ’un aklına bir fikir geldi gözleri parladı. Bu duvara tırmanabilirse kuş yuvasının içindeki yumurtaları yiyebilirdi. Açlık sofuluğu bozdurur diye boşuna dememişler. Hayatında hiç çiğ yumurta yememişti ama bugün mecburdu.

Duvarın üzerinde oluşan oyuklara basarak tırmanarak kuş yuvasına ulaştı. Yalnız bir sorun vardı. Buradaki yumurtalar tavuk yumurtasına hiç benzemiyordu. Nerdeyse Bertuğ’ un kafası kadar vardı. Ama yine de yemeliydi çünkü açtı. Yumurtayı nasıl yiyeceğine dair hiç bir fikri yoktu. Yumurtanın tepesinde az bir yeri kırıp kafasını yumurtanın içine soktu. Sonra sıvı haldeki yumurtayı içine çekti. Çiğdi ama tok tutardı hem de protein deposuydu. Uzun süre tok tutardı. Daha önce izlediği yabancı sınamalarda adada mahsur kalan insanların yılan ve çeşitli böcek yiyerek beslendiğini görmüştü. En azından Bertuğ çiğ yumurta içmişti hangi kuşun yumurtası olduğunu bilmesede...

Aç olunca midesi kabul etmişti çiğ yumurtayı birazda kendine gelmişti.

Aman Allah’ım o da ne! Ensesinde koca bir pençe hissetti. Gövdesi bu çirkin kuşun büyük kanatları arasında kaybolmuştu.

Kuşun pençesinde mağaranın içinde tünellerin arasında uçuyordu. Labirentlerin belirli bölümlerinde heykeller, hayvan resimleri, koca koca mutfaklar, kapalı zindanlar ve eski çağlara ait yazılar vardı.

Bu yer altını şehrini çerağlar ve şamdanlar aydınlatıyordu. Güneşin doğmadığı, yıldızların parlamadığı bir yerdi burası. Kendisinden 4, 5 kat büyüklüğündeki bu kuş Bertuğ’u zindana kapatmıştı bile.

-aptal çocuk benim yavrumu yemenin bedelini canınla ödeyeceksin.

Bu nasıl olur kuş Bertuğla konuşuyordu!

Bertuğ sadece yumurta yemişti o da aç olduğu için kimsenin yavrusunu yememişti. Kehribar gözlerinde ki yaş yerleri ıslatmak için hazırdı.

Bu korkunç görünümlü kuşun adı Şeşeydi. Daha önce hiç görmediği ve duymadığı sayamadığı kadar ayağı olan çirkin ve kocaman gagalı kötücül bir kuş. Yalnız geceleri uçan karanlığı seven yarasalar gibi ama bu çirkin kuşun analığı Bertuğ’un gönlüne dokunmuştu. O beğenmediği korkunç kuş Şeşe yumurtasına bile sahip çıkmıştı ya.

Sabah olunca Bertuğ Merkütün, kartalların babası olan kuşun ,huzuruna çıkarılacak ve yargılanacaktı. Hakkında ki ferman yarına kalmıştı.

Seni ararken esir düştüm karanlıklar kentinde

Ayağımda prangalar, gözlerim ağlar

Umutlarım Kaf Dağında bekler beni

Şeşe kuşu beni zindana atmadan önce

Hüthüt kuşunun sırtında saman yolunda raks ederken

Yıldızların arasında görürdüm belki seni

Söyle hele koca kanatlı mertuğ kuşu.

Görürsem buralarda o meleği

kabuk bağlayan yaralarım iyileşmez mi?

De hele şeşe canavarı !

çektiğim onca çileye değmez mi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.