İsmail Detseli
Cıngadan aleve yakacaklarımız
Eskiden ateş ve sigara yakılan kav çakmağı vardı. Ormanlarda büyük, yaşlanmış meşe, çam ve kavak ağaçlarında yüzü sert içerisi yumuşak bir cisim ağacın gövdesinde patlayıp çıkar, bir başkası tarafından indirilmezse uzun zaman orada dururdu. Bu ağacın artık hastalığının dışa vurması mı diyelim, yoksa ağacın genişlemesi mi ne derseniz deyin adına.
Kav denilen cismin nasıl ateşe dönüştüğü hakkındadır bu yazdığım bölüm. Kavı ağacın gövdesinden alırdık. Bir yaramaz teneke veya kullanılmayan bir tencereye koyar, kavın üstünü basacak şekilde su ile doldurur, ayrıca içine de meşe külü yani yakılan meşe odununun külünü bir miktar atardık. Bunları iki saat kuvvetli ateşte kaynatır, kavı kaynar suyun içinden çıkarır, kurumaya terk ederdik. Birkaç gün kuruyup kendini çektikten sonra onu parçalardık. İçerisi çok yumuşak bir kauçuk şeklini alır, ama kendi kendine dağılmaz istenilen şekilde didilerek (ayrılarak) bölünmeyi beklerdi. Özel bir kese içerisinde cebimizde taşırdık.
Ayrıca bunu ateşe çevirebilmek için düğendişi denen parlak mermer taşını da yanımızda taşırdık. Bir de bu taşlardan ateş çıkarması için sert çelikten özel yapılmış, bir de kav çakmağı denilen bir üçgen şeklinde bir nesne vardı. Bunları özenle diktirdiğimiz bir ufak kesede çoban, çiftçi ve tiryakiler ceplerimizde taşırdı. Ne zaman bir ateş veya sigara yakacağız, o kavdan keskin taşın üstüne ufak bir parça koyup sol elimizin baş ve şahadet parmağı ile onu tutar, sağ elimizdeki çelikten özel yapılmış olan çelik parçayı da sertçe kavın yakın olan tarafına taşa vurunca çıkan cınga denilen kıvılcım (bazı yörelerde cinge) o kava isabet eder, kav tutuşur, yanmaya başlayınca bu mübarek şeyin çok da güzel bir kokusu olurdu. Onunla ateşi veya sigarayı yakardık.
Şimdi bazı filmlerde görüyoruz, çıraları birbirine sürterek ateş yakmaya çalışıyorlar. Bizim kav çakmağına göre o iş daha ilkeldir. Şimdi çakmak, kibrit ve benzeri şeyleri gençler biliyor, ama ıssız bir yerde bunlardan hiç birisi bulunmasa, ben kendi yöntemimle ormanda ateşi yakarım. Cebimde bir bıçak varsa bir de sert taş bulurum onların çıkardığı cıngadan tutuşacak bir de nesne (bıçak olur demir olur) bulur ateşi yakarım.
Bu konuyla ilgili bazı olayları da aktarmadan geçemeyeceğim. Yaşım 12 veya 13 idi. Köyümüzde Rahmetli Şerife’nin Memet diye bir amca vardı. Bizim köye Seydişehir’in Dikilitaş köyünden çoban olarak gelmiş ve bu köyde evlenmiş, yerleşip kalmış. Bir sabah ikimiz köyün sığırlarını otlatmak için kıra gidiyorduk. Onun meşhur bir sigara sarma tekniği vardı. Tabaka pofun, tütün kırık, takım erik, (sigara ağızlığı) idi ama avrat yörük değildi. Kırık tütün, köylülerin ekip yetiştirdiği terbiye görmemiş tütünlerin sert anızı, kaba kâğıt denen bizim çocukken kullandığımız yazılıp biten defterimizin kirli yaprakları idi. Onlardan uğraşa uğraşa bir sigara sarar kenarlarını dişi ve tükrüğü ile yumuşatarak yapıştırır cıgara dudağında kav çakmağını çıkarır ‘çat çat çat’ diye diye çeliği taşa vurur, kavı tutuşturur, sigarasını yakar, keyfine bakardı. İşte böyle bir zamanda biz Memet emmi ile köyden biraz ayrılmıştık, sığırlar da pek rahat gitmiyorlar, yol kenarında ekinlere zarar veriyorlardı.
Memet emminin canı sigara istedi herhalde, bana “Ismayıl oğlan, sığırlara iyi bak, sağa sola zarar yapmasınlar ben bir cığara dolayayım, kafam dönüyor” dedi. Benim zaten olmaz deme şansım yoktu “Olur” emmi dedim. O sigarayı dolamış çakmakla kavı tutuşturmaya çalışıyordu ki, yanından Şükrü isminde bir köylümüz, çift hayvanları ile geçti. Tarlasına çift sürmeye ekin ekmeye gidiyordu, yanından geçerken Mehmet emmiye “Selamün aleyküm Memeeet” dedi ve geçti gitti. Mehmet emmi sabahın soğuğunda elleri uyuşuktu sanırım tam yirmi dakika sonra
Ancak kav çakmağını tutuşturdu. Elinde kavı şöyle rüzgâra karşı sallayıp iyice tutuşmasını sağladıktan sonra sigarasının ucuna ateşi değdirdi. Derince bir nefes çektikten sonra “Aleykümselâm Şükrü ağa uğurlar olsun” demez mi. Ben bu duruma çok güldüm. “Ne var ulen dabış, ne gülüyon?” diyerek bana döndü. “Mehmet emmi, Şükrü emmi çift sürmeye başladı, sen selamı yeni aldın” deyince onun cevabı “Ehhh bizim teyrekilik (tiryaki) kafa dengini yeni buldu evlat, ne yapalım yani” oldu.
Bazen de köyde büyük adamlar bu kırık tütünden pipo içerlerdi. Yine bizim köyümüzde kaçak tütün ekilir, bazı tütün kolcuları kaçak tütün ekenleri yakalar, ceza keserlerdi. Çünkü kaçak tütün ekmek yasaktı, ama yine de gizli gizli ekenler olurdu. O tütünü incecik kıymak için bazı kişilerin evinde makineler vardı. İnce kıyılan tütün kıymetli, kalın olan da anızlarda kırık tütün diye tabir edilirdi. İnce kıyılmış tütün pipoya basılır üzerine yanar meşe kömürü (köz) konur ve içmeye devam edilirdi. Eski tiryakiler yeni tütün içmeye alışan gençlere, “Aman guzum, ince kıyım çok basma, meşe közünü de üstünden kesme haa” derlerdi. Çok basarsan pipoyu tıkardı, çünkü ince kıyılmıştır. Meşe odununun közü de sağlam olur, çabuk geçmez “onu da üstünden kesme” derlerdi.
Köye tütün kolcusu geldi mi evlerde tarlalarda tütünleri yakalayıp ceza yazacak diye millet korkardı. Belik Şerifi nene diye bir ihtiyar kadın vardı. Rahmetli beyi Nebi emmi sigara tiryakisi, tütün içiyor, köy yeri tabi her zaman tütün parası bulamıyorlar. Gizli bir mevkie tütün ekmişler. Bir başkası bu tütünü şikâyet etmiş, köyde bir telaş var ki sormayın. Ben de küçüğüm, ama böyle şeylerde de pek meraklıyım. Zarar ziyan kesilmiş, ceza verilmiş artık sinirlenerek geliyorlar. Ben geveze İsmail yaşımdan beklenmeyen bir şekilde Şerife nenenin karşısına geçtim “Şerif yenge ne oldu, olayı tatlıya bağladınız mı?” diye sordum. Sormaz olaydım. İhtiyar kadın zaten kızgın ve yorgun burnundan soluyor, “Ne olacak Ismayılım, verdik kırkı geçti korku (yani kırk lira ceza kesmiş devlet görevlisi yasak tütüne) sana ne, sana da mı düştü bu kadar laf” diye beni azarlayıverdi. Haksız da değildi hani. Çünkü yaşım o soruyu sormaya müsait değildi.
1950’den yetmişli yıllara kadar ısınmada ve yemek yapmada kullandığımız yakacak ve aletlere gelince… Evvelden böyle üç ocaklı tüplü ocaklar fırınlar falan yoktu. Bizim köyümüz dağ köyü olduğu için genelde ısınmada, yemek pişirmede ve ekmek yapmada odun kullanılırdı. Bunun için de Eylül ve Ekim aylarında başlayıp kar yağıncaya kadar dağdan merkeplerle odun taşır, kışın yemek yapıp ısınmada kullanacağımız odunları tedarik ederdik. Bu da her hanenin en az 7-8 ton civarında odun kullanması demekti.
Bunların haricinde aydınlanmak içinde bazı aletler vardı. Bunlar idare denilen ince sacdan tenekeci ve lehimciler tarafından yapılan, aşağıdan yukarıya doğru daralan ve üstünde bir fitil deliği bulunan içine gaz yağı doldurulup geceleri aydınlanmada kullanılan bir aletti. Bir de gaz yağını çok harcamasına rağmen zenginlerin evinde ve bazı fakirlerin evinde bulundurulup misafir geleceğinde akşamları evde aydınlanma için kullanılan üstü ve altı camdan lamba şişesi değimiz aydınlatma aracı vardı. Hatta türküsü de çok meşhurdu.
Lamba da şişesiz yanmaz mı,
Cicim bana yar bulunmaz mı
Ben bu dertten ölürsem,
Cicim bana acıyan olmaz mı
diye devam eder giderdi. Daha çok ışık veren lüks (köyde löküs denirdi) diye tabir ettiğimiz içindeki gaz pistonla pompalayarak yakılan ve genelde Ramazan ayı boyunca camilerde ve düğün, mevlit gibi merasimlerde kullanılan aydınlatma aleti vardı. Camilerde daha çok mum kullanılırdı.
Çay pek bulunmaz, zengin evlerinde nadiren olurdu. Bunu pişirmek için de gaz ocağı tabir edilen ocaklar vardı. Sarı pirinçten yapılmış olan ve yanlarından üçayakla takviyeli, üstünde seyyar ızgarası olan gövdeden bir boru, ortasında ısınmasını sağlamak için ispirtoluk bulunan ve oraya ispirto dökülmek suretiyle yine pistonu ile pompalanıp yakılan, deliği tıkanınca özel iğnesi ile deliği açılan, çay ve acil yemek pişirme aracı vardı.
Bundan başka her evde bulunan kahve pişirmede kullanılan ispirto ocağı vardı. Onu genelde evin reisi yakar, içine cezveyi kaynatacak kadar ispirto koyardı. Kandil gibi hafif yanan bir ocaktı. Ateşi tutuşturmak için kibrit israf olmasın diye az kullanılırdı.
Bunun yanında muhtar çakmağı tabir edilen açılıp kapanırken “şak şuk” diye ses çıkaran bir çakmak vardı. İçinde deposu bulunan mekanizması, pamuk ve benzinle bir aygıtın çark ile çakmak taşından oluşan ve cınganın tutuşturması ile yanan bir çakmaktı bu. Hala kullananlar var.
Bizde orman çoktu ama genelde meşe olduğu için çam çırası bulunmaz, soba ve odun ocaklarını tutuşturmada genelde eskimiş lastikleri keserdik. Onlarla ateşimizi tutuştururduk. Analarımız bu lastik yakılan evlere kokusundan, yılan, çıyan ve akrep gibi zararlıların evde barınamadığını söylerlerdi.
1970’lere doğru piknik tüpleri denen LPG aygıtları çay kaynatmada, kahve pişirmede ve pratik yemek yapma da bunlardan faydalanmaya başladık. Eskilerin çektiği eziyetleri ve yoklukları biz biraz daha az çektik.
Bizlerin çok çalışarak güç karnımızı doyurduğumuz işin kolayını bilemeyip hep zorluklarla çalışarak eziyet çektiğimiz köyümüzde bir de odun maktası olurdu. Köylü dağdan odunları taşır orman dairesinden maktayı alan, kamyonu olan zengin şahıslara gece gündüz yaş kuru odun kesip getirerek hizmet verirdi. Bu hizmetin karşılığını da pek aldığı söylenemezdi. Ayrıca bir de çok çalıştırılmalarından dolayı merkep ölümleri çok olurdu. Bizler de bunlara dâhiliz. Maalesef bu insanların üzerinde hayvanların hakkı çoktu. Allah yaptığımız eziyetlerden dolayı bizleri ve ölenlerimizi affetsin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.