Hilalalem
Hayat, stratejik yaşamak için çok yorucu değil mi?
Olduğumuz gibi yaşamayı bir kenara bırakıp, insan gibi yaşamaya çalışsak... Ağaçlar öyle yapıyor...
Çok mu anlam yüklüyoruz kendimize?
Hizaya getirmeye çalıştığımız insanlar,
Sürekli haklı çıkma çabası,
Kendimizi insanların gözüne sokmaya çalışmalar,
Olduğumuzdan büyük veya küçük görünmeye gayreti...
Bir hata yapsa, bir yanlışını görsek de başına kaksak türü bilinçaltı beklentiler...
Seviyormuş, saygı duyuyormuş, değer veriyormuş gibi yapmalar...
Açıksözlü olmakla patavatsızlığı karıştırmalar!
Överken alttan alttan subliminal mesajlarla gerçek niyeti açık etmeye çalışırken yakayı ele vermeler...
Zamanında çok işimize yarayan bir eşyayı bile atmaya kıyamazken atıyoruz bir kenara birlikte yol yürüdüğümüz, acıyı, cefayı birlikte yaşadığımız insanları.
Birlikte eğlenip birlikte güldüğümüz, birlikte çay içerken dalıp gittiğimiz insanları.
Yenisini bulduğumuzdan değil, yolda başkalarına rastladığımızdan değil,
Son kullanma tarihi geçtiğinden de değil…
Artık eskisi gibi emrimize amade olmadıklarından da değil.
Bizden eskisi gibi övgüyle söz etmedikleri için de değil.
Bizi daha çok tanıdıkça bize mesafe koymalarını, bizi anlamlandıramamalarını, bize yükledileri değerin içini dolduramayışlarımızı bir kenara koyarsak…
Kullanıp atıyoruz bir kenara insanları.
Kıllanıp atıyoruz.
Aha diyoruz belki de!
Tanıdı beni!
Anladı!
Kimi zaman kendiliğinden düşen, kimi zaman düşürülen, yüzümüzde dursa da kimi zaman fark edilen maskemizi öğrendi artık!
Sonra oturup gülüyoruz kendimize!
Ya ilk günden de fark ettiyse?
Fark etti de bizi dönüştürme çabasından yorulduysa!
Bize verdiği çuvalı doldurmamızı bekledi de biz,
Nasılsa bize değer veriyor, maskemizden de haberi yok diyerek,
Çuvala kibir, ben, suistimal, sinsilik, vefasızlık doldurup bundan da haberi olmaz inşallah diyerek çıktıysak dimdik çuvalımızla karşısına!
Çuvalın içine bakacağını, bakmasa bile içine ne doldurduğumuzu hissedeceğini öngöremeden bırakıp kaçıyoruz insanları.
Değişmeyi göze alamadan, tüm olumsuzluklarımıza sıkı sıkıya bağlı kalarak, ”değiştin sen, eskisi gibi değilsin” diyerek terk ediyoruz insanları.
Yastığa koyunca başımızı,
Gerçekten anlamış mıdır?
Bilmiş, tanımış mıdır beni? diyerek vicdan muhasebesi yapıyor sonra da bir şekilde kendimizi, konumumuzu, verdiklerimizi, mecbur kalışlarımızı falan gözümüzün önüne getirip vicdanımızı rahatlatarak dalıyoruz uykuya!
Verdiklerimizin içindeki tavuğu dile getiriyoruz en fazla, kaz beklentimizden habersiz zannederek bıraktığımız insanlardan.
Sormayanlara sadece haklı tarafımızı anlatıyor, kendimizi temize çıkardığımızı düşünerek yüklüyoruz sırtımıza o doldurduğumuz çuvalı.
Bir soran olur mu diye bekliyoruz, ne arayan oluyor, ne soran…
Anlayan oluyor ama!
Anlayanı bırakıyoruz kuytu sandığımız bir köşede!
Herkes ”yok mu beni anlayacak birileri?” derken biz anlayandan hoşlanmıyor, terk ediyoruz anlayanı!
Suratımızdan düşen bin parçaya ayrılırken ayrılıyoruz gözünden düştüğümüz kim varsa hepsinden.
Bize sarılına batan kemiklerimizi törpülemek gelmiyor nedense aklımıza!
Oysa aklımız da gayet başımızda!
Aklımız başımızdan bir karış yukarıda olsa yüreğimizle çıksak yola, kalabalık olacak belki önümüz, arkamız!
Kılavuzu enaniyet yüklü akıl olanın, terk ettiği insan sayısı da artıyor git gide.
Aklımız etrafımıza dikenli tel örecek kadar mahir ama içeri niye kimse girmiyor diye düşünemeyecek kadar da şuursuz.
Aklınızı doğru yolda kullanmayı akletmez misiniz?(:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.