Ölümlü Dünya

Yine aynı yere oturmuş, aynı şeyleri düşünüyordu. Bıkmadan, usanmadan, sıkılmadan hep aynı düşünceler…

Gösterişli bir sarayı andıran evinin önündeki sundurmada, şatafatlı bir koltuk üstünde bütün haşmetiyle yerini almış, ayaklarını uzatmış, gözlerini bir noktaya dikmiş, mütemadiyen eli kafasında seyrelmeye başlayan saçlarını karıştırmaya ve vazgeçilmezleri olanı düşünmeye devam ediyordu.

Akşama serinliğini veren rüzgâr hafif hafif, nazlı bir gelin edasıyla esiyor, akşama kadar sıcak ve yankının bunalttığı insanları ferahlatıyordu.

Ne güzel bir duyguydu, bunaltıdan kurtulmak, bu ferahlığın içinde kaybolmak, iyiden iyiye rahatlamak ve zaman konforunu artırmak…

Bu gösterişli evin bahçesi de oldukça etkileyici ve bakanların huzur bulduğu cennet gibi bir yerdi. Bu güzellikler onun için sıradandı, olması gereken ve yaşanası bir hayatın vazgeçilmezi. Sadece evi, işyeri, arabaları değil her şeyi böyleydi.

Dışardaki hayat da böyle miydi, yoksa kendisinin yaşadığı hayat mı bir başkaydı. “Tabi ki başka olmalı.” dedi kendi kendine, tabi ki farklı olacaktı, kendi farklıydı, farklı olduğunu düşünüyordu. Her şeyi, her yönü, her davranışı farklıydı, farklı olmak gibi bir hevesi vardı.

Yine aynı noktadaydı, takılmıştı, istiyor muydu bilmiyordu ama çıkamıyordu bu iç dünyasının dipsiz, karanlık kuyusundan. Çıktığı anda, gerçeklerle yüz yüze geldiği anda, hayatın varlığının kendi ekseni üzerinden devam etmediğini anladığı anda, sıkılıyor, bunalıyor, hayatın anlamsızlaştığını sanıyor, düşünüyor, düşünüyor ama düşünmekten öteye geçecek bir gerçeklik yakalamaktan uzaklarda bir yerde, yine kendini, benliğini, kibrini, farklılığını, yine en akıllı olduğunu, zeka fışkıran halini, dâhi olduğunu düşünerek çıkmazlarının; çıkışı bulunmaz bir labirent içinde kurduğu dünyasının dışına çıkamıyor, çıkmak istemiyordu.

Hayatının her anı, bu düşüncelere mahkûm, bu duygulara esir, bu farklılığa meftun bir şekilde geçiyordu.

Yolda yürürken, şehir dışında sayılı otellerde dinlemek üzere çıkmışken, ormanın ortasındaki bir göl kenarında otururken, deniz kenarında sessiz bir koyda sadece kendisi varken, eğlence diye aktığı gecelerde loş ve kesif bir ortamın verdiği ne olduğunu anlayamadığı sıkıntılı bir gecenin içinde bocalarken, en lüks restoranda yemek yerken, arabasının arka koltuğuna kurulmuş şoföre, “çek oğlum” derken düşünüyor, ölçüp biçiyor, tartıyor ama bir çıkış yolu bulamıyordu.

Bütün bu hâlleri yaşarken can sıkıntısı ile boğuşuyor, bu sıkıntıyı aşmak için yaptığı şeylerin hiçbiri fayda sağlamıyor, can sıkıntısıyla baş edebilmek için yine kendi iç dünyasına, kendisinin sultan olduğu hayatına çekiliyordu. Sonra kafasındaki o benliği öne çıkaran, herkesten farklı olduğunu düşünen, kendi gibilerin az geldiği bir dünyada diğerlerinin görevlerinin ne olduğu ile ilgi düşünceler üretip, kendisinin herkesten üstün olduğunu, bulunmaz olduğunu hayatının da farklı olduğunu, olması gerektiğini düşünmeye devam ederdi.

Evin hizmetlisi elinde kahve ve bir bardak maden suyu ile geldi. “Buyurun beyefendi.” dedi. Beyefendi demesi bile bir farklıydı, farklılığını hissettirecek kadar özenle söylüyordu. Özenli bir şekilde sunuş yapmak için nice kurslara gönderilmişti kadıncağız. Filmlerdeki gibi bir hayat düşü içinde yapılmıştı bütün bunlar. Sadece beyefendinin rahat ve kafasında kurduğu gerçek olup olmadığı belli olmayan hayatına hizmet edebilmek içindi her şey. Sadece onun rahatı için, sadece onun farklılık duygusunu yaşayabilmesi içindi hep bu olup bitenler.

“Ayla Hanım yok mu? Birlikte içseydik kahvelerimizi.” diye seslendi. Hizmetçi kadın, “Peki efendim, hemen bakayım, söylediklerinizi ileteyim.” diyerek yüzünü beyefendiden çevirmeden geri geri giderken hanımefendi, içerde kendi dünyasında geziniyordu. Hayalini süsleyen özel bir dünyada...

Hanımefendinin gözleri televizyonda; bir dedikodu programı, ünlülerin, tanınmışların, sosyetenin kiminle nerde olduğu ne giydiği ne yediği, nerelerde neler yaptığı ile ilgili bir program. İzlediği hayatlara bakarak kendi yaşantısındaki yetersizliğe üzülüp onlar gibi olmaya öykünüyor, yaşadıklarının yetersizliğine ve kifayetsizliğine yakınıyordu. Beyefendi de hanımefendi de kendilerine ait hayatlarına devam ediyor, yaşadıklarından/elde ettiklerinden daha çok şey hak ettikleri düşüncesinin cenderesinde sıkışıp kalıyorlardı.

Hanımefendi bu çağrıya kulak verdi. Elindeki birkaç moda dergisi, birkaç kim nerede konulu gazete ile evin sundurmasındaki harika koltuklardan ikincisine yerleşti.

“Ayla Hanım yüzünüzü göremiyoruz.” dedi kahkaha atarak. Aslında düşüncelerinden kaçmak istediği gayet açıktı. İç dünyasındaki o yorucu yolculuk ve sıkıntı veren düşüncelerin yoğunluğunu azaltmaktı kahkahaların sebebi. “Kahvelerimizi birlikte yudumlayalım.” dedi.

“Kudret Bey! Bize zamanınız olmuyor ki, siz zamana sığmıyorsunuz, zaman sizin için kısıtlı bir alan olarak kalıyor, bana zaman ayırman ne güzel ne önemli bir jest.”

Ayla Hanımın bu iğneli konuşması, ironi dünyasının zenginliğinden mi yoksa doyumsuzluğu sebebiyle mutsuz olmasından mıydı anlaşılamadı.

Yine paradan, zenginlikten, tatilden, elbiselerden, yemeklerden, gezmelerden bahis açıldı. Falan işten kazanılacak yüklü miktardaki paranın sevinci kelimelerini süsledi. Yine yenilenecek olan arabanın özellikleri yarenlik edildi. Yine, evin şatafatının yetersizliğinden, bahçe düzenlemesinin sıradanlaştığından söz edildi.

Ayla Hanım, arabasının yenilenmesini istedi, yeni bir tatilden, yeni bir evden, yeni bir hayattan, yeni bir dünyadan bahsetti. Yeni bir dünya derken bir ara dili ölüm der gibi oldu. Galiba ölümlü dünya dedi, niye dediyse. Ölümlü dünya, ölümlü…

Kudret Bey, karısından duyduklarına inanamadı, şaşırdı, şaşkınlık içinde karısına baktı.

“Ne dedin sen,” dedi. “Ne dedin, ölüm, ahiret…”

Ayla Hanım düşündü, sessizliğe gömüldü, sessizliğini bozup bir istekte bulundu:

“Ölümlü dünya, öleceğiz işte; istediklerimi almanı bekliyorum.”

Beynine paslı bir çivi gibi çakılan bu cümleye Kudret Bey ne diyeceğini bilemedi. Hayatın içinde ölüm diye bir gerçek vardı. Gerçek, gerçeğin ta kendisi. Ölümlü dünya…

Hayatı çalışmakla geçmişti, önüne fırsatlar serilmişti, fırsatları değerlendirip malına mal, varlığına varlık katmış, katlamış, çarpmış, toplamış da toplamıştı.

Onun bunun hakkı demeden, başkalarının haklarını düşünmeden hepsini kendine almıştı. Geleceği şekillendirmede düşüncelerine esir olup ‘efendi’ olduğuna inanmıştı.

İç dünyasının fısıltılarıyla; kendisinin farklı olduğu, her şeyi en iyi düşündüğü ve kendini her şeye layık olduğu fikrine kaptırmıştı. Nice ihalelere fesat karıştırmış, nice haksız kazançları kasasına indirmiş, nice insanların haklarına girmiş, kul hakkı nedir hiç düşünmemiş, almış da almış, çalmış ha çalmış, yemiş de yemişti: Evler arabalar, kasalar, masalar çoğaldıkça çoğalmıştı.

Malvarlığı çoğalmışsa kendi aklındandı; akıllıydı, zekiydi, her şeyi iyi bilirdi, en iyi o düşünür, en iyi o anlar, en iyi o yapardı…

Düşündü, iç yolculuğun güzergâhı bu defa farklıydı, hiç aklına gelmeyen yerlerden geçti, düşünmeyi hiç istemediği mekânlara uğradı. Evin en küçüğüydü. Sadece o okumuştu üniversitede. Babasının ölümünden sonra dört tane kız kardeşin mirastan alması gerekenleri vermemiş, büyük bir maharetmiş gibi bununla da övünmüş, malına mal katıp kendi iç dünyasındaki benlik imparatorluğunun temellerini kız kardeşlerine yaptığı haksızlığın üzerine kurmuştu.

Rahmetli babası gece gündüz demeden çalışmış, çoğu zaman evine bile uğramamış, gurbet ellerde bazen aç bazen susuz günleri geçmişti. Parası olmasına rağmen sersefil geçen bir hayatın ardından çok iyi bir emekli ikramiyesi, çok iyi bir emekli maaşı, çok iyi bir birikimle evine dönmüştü.

Çocuklar onsuz büyümüş, çocuklar onun yolunu gözlemiş, çocuklar onun baba şefkati şemsiyesinin altında olmayı arzulamış ama bunların hiçbiri, bir tanesi bile olmamıştı. Çocuklar baba yolu beklerken, babaları para yoluna hayatını feda edivermiş, emekliliği gelince de kızların çoğu evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, babasının zenginliğinden bir fayda görmemiş, bütün parası tek oğlu olan Kudret’e kalmış, daha o genç yaşta sıfır arabalara binmiş, hiç çalışmamış, yemiş de yemiş, harcamış da harcamış, şımarmış da şımarmıştı.

Kudret bir dükkân sahibi olmuş, onu işletmek için hep babasının parasını harcamış, kızlar babalarına bir tek kelam etmeden hakkaniyetle davranacağı günü beklemiş ama olmamış. Kudret’ten başkası yalan olmuş, Kudret’ten başkasına bakan olmamış.

Kudret bütün şımarıklığıyla babasına yük olmaya devam etmiş, babasına bakmamış, onu evde ihtiyarlığının verdiği zayıflıkla baş başa bırakmış, yine babalarının yardımına kızlar koşmuş, bakımlarını onlar üstelenmiş, ona hizmet etmede yarışmışlardı.

Kızlarından biri de çıkıp bir gün bile, bir defa bile, bir an bile babasının kendilerine reva gördüğü durumu dile getirmemiş, yapılan haksızlıktan hiç bahsetmemişlerdi.

İşte böyle bir babanın çocuğuydu Kudret. Babaları ölünce bütün mal mülk dünyada kaldı. Yanında hiçbir şey, bir çekirdek, bir dirhem bile bir şey götürememişti. Sanki hiç yaşamamış gibi bir hayatın devamında ölümlü dünyanın gerçeğini yaşayarak öğrenmiş, ama bir daha yaşanamayacak şekilde öğrenerek gitmişti.

Kudret, bütün malı mülkü üzerine geçirmiş, kız kardeşleri yine sessiz kalmış, birkaç kez bunun yanlış olduğunu söyleseler de onları susturacak yolu bulmuş: “Sizlere her ay para vereceğim.” diye yemin billah etmiş ama hiçbir şey vermemişti. Kızlar hayatlarına devam ederken o dünyanın sultanı olmak için hak hukuk tanımadan parasına para, namına nam katmış, şöhret yolunda ün kazanmıştı…

***

Kudret’in şu an içinde bulunduğu durum, geçmişine doğru bir yolculuktu. Geçmişin parçalarını birleştirme çabasına girdiğinde iç sesleri onu rahat bırakmadı; sakın ha bunu yapma! Yaparsan sen sen olmaktan çıkarsın, sen benlik davana yenilirsin, malını mülkünü kaybeder, bütün gücünü yok edersin, dedi.

Kaybetmek istemiyordu, kaybederse nasıl yaşardı bilemiyordu. Bu bocalama içinde zihninin ortasına bir yıldırım gibi düştü kız kardeşlerinin yaşadığı hayatlar. Onlara yaptıklarını hatırladı birden. Şunun şurasında ölümlü dünyaydı ve öbür tarafa yaklaşan yürüyüşünün sonuna yakındı belki de…

Farklı bir dünyaya yelken açmış haliyle telefonuna sarıldı. Kaç zaman olduğunu ama çok uzun zaman aramadan geçtiğini hatırladı ve büyük ablasını aradı. Ablasının şaşkınlığı sesine yansıdı. Ne diyeceğini bilemedi. Uzun zamandır görüşmediği, konuşmadığı, ortak noktasının bulunmadığı biriyle nasıl konuşulurdu, konuşma nasıl devam ettirilirdi, ikisi de bilemedi. Birkaç kopuk cümle sıraladı. Konuşurken sesi titredi, kendi titredi, yaptıklarından mıdır nedir, kalbi titredi. Kem küm etti etmesine de gözünde yaş, kalbinde sızı ona eşlik etti. Sabahleyin ziyaret edeceğini söyledi ve telefonu kapattı.

333333333333333333333333

Diğer ablasını aradığında yine aynı duyguları yaşadı, pişmanlık olmalıydı bu duygu. Yüzünden yansıyan pişmanlık ve haksızlık karışımı bir şeydi. Bu defa ablası konuşmasına soluksuzca devam etti. Sanki yıllarca biriktirdiği hıncını alıyordu:

“Sen ki sultansın, bizimle ne işin olabilir Kudret? Sen en akıllımız, sen en kurnazımız, sen en bilgilimiz, sen en zenginimiz, sen en haklımızsın, senin benimle ne işin olabilir? Sen zenginlik abidesi, ben gariban bir hayatın yolcusu, senin benimle ne işin olabilir? Babamın bütün malları senin, benim gibi zar zor geçinen biriyle senin ne işin olabilir? Senin dengin yok, ulaşılamayacak tarafın çok, senin benim gibi sıradan biriyle ne işin olabilir? Bilir misin “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var.” diyeni? Hatırlar mısın; ‘Beni ateşten yarattın, ben daha üstünüm.’ diyerek isyan edeni? Hatırlar mısın Karun’un hazinelerinin anahtarlarına ne oldu? Nice sultanlar göçtü buradan, nice kralların adı anılmaz oldu dünyada? Niceleri niceleri vardı da yok oldu, sen de onlardan biri misin, eğer öyleyse benimle ne işin olabilir Kudret?”

Kudret Bey yaptıklarını hatırladığından mıdır, haksızlığını yüzüne vuran cesur ablasından mıdır, sözlerinin etkisinden midir, sustu ve sustukça suskunluğu derinleşti ve suskunluğuna misafir oldu. Hiç ıslanmayan gözlerinden yaşlar boşaldı. Yaşlara dokunmadı, elinin tersiyle silmeye kalkışmadı, akmasına tepkisiz kaldı, yaşlar aktı aktı, yanağından süzülüp kucağına indi.

“Ha Kudret, dedi bak sana bir gerçeği, en gerçeği söyleyeyim. Ölümlü dünya, dünyalığın sonu yok, sen de ölümlü sen de sonlusun bunu unutma. Gerçek bir adalete inanırım ben, gerçek bir teraziye. Hakkın ne olduğunu iyi bilirim ve ilahi adaletin er ya da geç tecelli edeceğine de imanım vardır. Ayet nedir bilir misin, ayet? Sana bir ayet okuyayım: Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi. (A’raf, 7/3)

Sen bunun neresindesin? Sen herkesten daha üstünsün, daha akıllı, daha zeki, daha zengin, daha, daha… Her şeye sen layıksın, her şey senin olmalı, her şey seninle olmalı, herkes sana saygıyla davranmalı, saygıda kusur etmemeli, herkes sana gıpta ile bakmalı, herkes seni sevmeli, herkes seni bilmeli. Çünkü sen üstünsün, farklısın, saygıya layık olansın. Çünkü sen Kudret’sin, kudretin var senin, kudret imparatorluğunun şahısın, üstünlüğün tartışılmaz senin.”

Kudret ablasının konuşmalarını soluksuz dinledi. Bazen canını sıkan konuşmalar oldu. Telefonu yüzüne kapatmayı düşündü. Benimle nasıl böyle konuşursun diye haykırmak geçti içinden ama yapamadı.

Yaptıkları insanları acıtmıştı, incitmişti, kırmıştı, üzmüştü.

Düşününce anladı, iyice anladı ve fark etti bütün yapıp ettiklerini.

Sustu, kardeşlerinin incinmesinin, üzülmesinin, kırılmasının, acıtılmış olmasının müsebbibi kendisiydi, sustu ve dinledi.

Dinlerken içi acıdı, incindi, kırıldı, üzüldü, yaptıklarını anladı.

Yaptıklarından pişmanlık duydu.

Sustu, ağladı, hesaba çekti kendini, iç yolculuğundaki düşüncelerinin perdesini araladı, başka açılardan bakmayı denedi.

Sustu, biriken üzülmüşlüklerin üzerine bir sünger çekilsin istedi.

Sustu, yaptığı haksızlıkların yüzüne vurulmasını, bu uyarıyla kendine gelebileceğini düşündü.

Konuşma sürdükçe eşi Ayla Hanım olan bitene bir anlam veremedi, gözyaşlarına baktı kaldı. Nedenini bilmeden ağlamak istedi. Kudret Bey’in bu hale gelmesine neyin sebep olduğunu düşünmeden ağladı, sebepsizce ağladı, içten içe ağladı, ağladı…

“Tamam ablacığım, ne söylersen söyle sana kötü bir söz, kem bir düşünceyle konuşmayacağım. Senin haklı olduğunu biliyorum. Sen haklısın, kötü olan benim, kibirli olan, benliğini putlaştıran benim. Sen her zaman haklıydın; ben şımarık, ben anlayışsız, ben hak hukuk bilmeyendim. Ben babamın gölgesine sığınıp sizleri hiçe sayandım. Ben alçak bir adamım…”

Kudret’in konuşmalarına şaşırmaya devam eden Ayla Hanım bu son kelime ile ne diyeceğini ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeyen biri gibi oturduğu yerden kalktı, kocasının etrafında onun yüzüne bakarak, gözünden gözünü ayırmadan döndü durdu. Hayatın acıtan yanını mı keşfetmeye çalıştı, yoksa elindekilerin bir anda çıkıp gitmesine, uçup buharlaşması ihtimaline mi yanıp tutuşmuştu, kimseler bilemedi.

“Tamam ablacığım dedi, haklısın. Yarın seni ziyarete geleceğim, yarın sana uğrayacağım, konuşuruz, sohbet ederiz.” dedi.

Karşıdaki ablasının sesi inanılmaz derecede yumuşadı, söyleyip ettiklerinden vaz geçmiş gibi bir sesle, sadece “Tamam Kudret, tamam.” diyebildi.

Gözleri gökteki bir yıldıza kaydı ve oraya öylece, öylesine baktı kaldı. Yüzü, antika bir ahşap çerçevenin içindeki eski, solgun fotoğraftaki biri gibi oldu.

Yaptıklarının pişmanlığı içinde kıvrandığını anlamak zor değildi. Bunun içinden nasıl sıyrılacağını, yaptığı hataları nasıl telafi edeceğini, üstünlük duygusunu nasıl yeneceğini, kibir ve benlikten nasıl uzaklaşacağını düşünüyor olmalıydı.

Öylece kala kaldı.

Öylece ve öylesine kıpırtısız bir şekilde.

Donuk ve soğuk…

Ayla Hanım, “Kudret!” diye seslendi, bağırdı çağırdı, bedenini sarstı, sarstı…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.