Kaç yıl olmuştu?

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Zamanın hızına şaşırdı. Daha dün gibiydi.

Üzerinden yıllar geçmiş hâlâ geçmeye devam ediyordu.

Dün gibiydi ağladığı yıllar: Acıktığında ağlayan, susadığında ağlayan, ihtiyacı olduğunu açık eden ağlamalar…

Her ağlayışı yüreğini burktu annesinin. Her isteğine yıldırım hızıyla koştu.

Doyurdu.

İçirdi.

Tuvalet ihtiyacını giderdi…

Onunla ağladı.

Onunla güldü.

Ona gülücükler sundu.

Gülücük olup gönlüne bir kelebek gibi kondu.

Onun gözü oldu ve kulağı…

Onun eli oldu ve ayağı…

Onun dili oldu ve ağzı…

Oldu da oldu…

Onsuz olmadı, olamadı.

Onsuz bir an bile hayal etmedi.

Hayalleri hep onunlaydı.

İlk konuştuğunda sevindi.

İlk düştüğünde ağladı.

İlk hastalandığında kendisi de hastalandı.

İlk okuduğunda sevinçten uçtu…

Hayatı onun sevinçleriyle doldu taştı.

Artık kendisi, o olmuştu.

Ama o kimdi onu anlayamadı.

Allah'ın kendisine verdiği emanetti, bunu fark etti.

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

O büyüdü. Artık kendi işini kendisi yapar oldu. Başkalarının yaptıklarını beğenmez tavırlara büründü. Herkesin kendisini örnek alması gerektiğini düşündü durdu.

Akıllıydı, boyu bosu yerinde. Taşı sıksa suyunu çıkarırdı alimallah.

Okula gitti, herkesten önce okuma yazma öğrendi, çok zekiydi. Bunu söylemekten çekinmez, aklıyla övünmeyi marifet sayardı. Akranlarının yaptığı birçok şeyi küçümser, kendisi gibi birinin dünyaya gelmediğini sanırdı.

Bu hale gelmesinde annesi ve babasının katkısı vardı. Onu ilk küçüklüğünden itibaren yere göğe sığdıramamışlar, övmekten başkaca bir işleri de olmamıştı.

Ona bir sıkıntı gelmemesi içindi bütün çabaları…

Bir gün komşu amcaya boyundan büyük laflar etti. Komşu amca çok şaşırdı ne diyeceğini bilemedi. Annesi bu çocuğun neden böyle konuştuğunu çözemedi. Sadece ‘çok ayıp ama’ diyebildi.

Bir başka gün eve gelen misafir teyzelere, onların zoruna gidecek cümleler kurdu. Herkes şaşırıp kalmakla birlikte bu çocuk neden böyle karşısındakileri küçümseyen konuşmalar yapıyor, onların aklıyla alay ediyor, başkalarının kendisi kadar akıllı olmadığını söylüyor, diye düşünüyordu.

Buz kesmiş bu ortamda misafirlerden biri ortamı belki de yumuşatmak için:

“Ayol o daha çocuk!” dedi.

Herkes derin bir nefes aldı. Aldı almasına da o çocuk değildi. Kocaman bir insandı artık. Ama her şeye müdahale etmeyi, herkesi küçümsemeyi ihmal etmiyordu.

Annesi ilk defa kızdı. Birazcık uyarının dozunu yükseltti. Çocuk, bana mısın demedi. Bildiğini okumaya devam etti…

Anne ve babası da çocuklarının bu davranışlarını kabullendiler. Yaptıklarına karşı söz dinletemedikleri gerçeğini gördüler. Artık evde çocuğun hükmü başlamış anne-babanın sözü geçmez olmuştu.

Evde ne yapılacağını, neye karar verileceğini bile çocuğa sorar olmuşlardı.

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Zaman o kadar çabuk akıp geçti.

Geriye doğru durup düşündü. Neler yaşanmıştı neler?

O daha küçük bir çocukken, en iyi okullarda okutma planlarını yaptı.

Onu en seçkin okullarda okutmalıydı. Parası vardı. Hem atadan kalan hem de yaptığı işten çok parası olmuştu. Her şeye ulaşma imkânı vardı.

Kendince iyi bir babaydı. Çocuğu için bütün fedakarlıkları yapacaktı. En büyük hedefi onun önemli birisi olduğunu görmekti…

Cebinden hiç harçlığını eksik etmedi.

Yokluk yoksulluk nedir öğretmedi.

Hiçbir isteğine ‘hayır’ demedi.

Her isteğini fazlasıyla yerine getirdi.

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Bir gün mütedeyyin bir tanışı ile konuşuyordu.

Çocuğunu ona övdü durdu. Çok akıllı olduğundan başladı ve yeteneklerini sıraladı…

Anlattığına göre dünyada sadece onun çocuğu bu özellikteydi. Başkalarının çocuklarının da aynı akla sahip olduğunu hiç düşünmedi. ‘Çocuğum da çocuğum’ diyordu.

Tanışının sorduğu alakasız bir soru ile karşılaştı:

“Annen baban nerde?”

Ne alakası vardı şimdi. Gündem belliydi; çocuğunun akıllı oluşu…

Ne diyeceğini bilemedi.

Yutkundu.

Halbuki sorunun cevabı için bu kadar zorlanmamalıydı.

Zorlandı.

Cevap bekleniyordu ama cevabın gelmesi gecikti.

Demek ki çok zor bir soruydu.

“Huzurevindeler.” dedi tonu ayarlanamamış bir sesle.

Demek ki problem yoktu, huzur içinde yaşayıp gidiyorlardı.

Konuştuğu kişi ikinci kez kısa bir soru daha yöneltti:

“Neden? Neden huzurevindeler?”

Bu kez cevap yoktu.

Adamın bütün hevesi yok olup gitti.

Ne güzel konuşup duruyorlardı işte. Şimdi bu da nereden icap etmişti.

Kocaman saray yavrusu gibi gösterişli bir evi vardı. Oraya iki can daha sığardı.

Demek ki sığamamış, demek ki o saray yavrusu ev anne babasını alamayacak kadar daralmış.

Adamın kalbi sıkışmış gibi oldu. Ama aslında sıkışmadı. Arkadaşının soruları onu sıkmıştı. Birazcık gerçekle yüzleşmesi gibi bir duygu yaşadı.

Evet, kendisinin de annesi ve babası vardı.

Üzerine titrediklerini hatırladı. Hasta olduğunda sabaha kadar annesinin yanından ayrılmadığını dün gibi hatırladı.

Yüksekçe bir yerden düştüğünde babasının onu nasıl kucakladığını, nasıl taşıdığını gözyaşının yanağına bir şifa gibi düştüğünü hatırladı…

Ama yapamamıştı işte. Onların kendine yaptığını yapamamıştı. Çevresinin etkisi mi, hanımının baskısı mıydı, yapamamıştı.

Onların ilgiye muhtaç olduğu bir zamanda onları tek başlarına bırakmıştı. Bırakıvermişti.

Ara sıra ziyaret ediyordu ya, o yetiyordu. Öyle düşünmüştü.

Onlar huzurevine bırakılacaklarını hesap etmeden, hiç düşünmeden çocuklarına hizmet etmişlerdi. Bir şey eksikti. Eksik kalan bir taraf vardı. Bu eksik tarafın ne olduğunu anlasa çözüm de bulunacaktı.

Arkadaşının gerçeklerle yüzleşmesini sağlayacak bu sorusuna çok kızmıştı. Ama ses etmedi. Şurada bir kahve içimlik bir süre içinde onu kırmaması en uygun olandı. Yüz yüze bakıyorlardı.

Arkadaşının soruları bitti gibi oldu. Adam yine çocuğunu övmeye kaldığı yerden devam etti.

Yine nasıl mal mülk sahibi olduğuna değindi, yine döviz ve altın fiyatlarından bahsetti, yine tuttuğu takımın öneminden…

Arkadaşı dinledi.

Dinledi…

“Maşallah!” dedi ironik bir şekilde. Sen çocuklarına her türlü imkânı sağlıyorsun.

Adam arkadaşının kendisini övdüğü zehabına katıldı.

Yaptıklarını bilmem kaçıncı kez tekrar etmeye devam etti.

Arkadaşı bir fırsatını bulup söyledi:

“En iyi okullarda okuması için para harcıyorsun. En güzel şeyleri giymesi için masraftan kaçınmıyorsun, en güzel şeyleri yemesi için isteğini emir sayıyorsun. Bunlar çok güzel. Ama sen bu nimetlerin sahibine şükretmesini öğretiyor musun?”

Bir sessizlik oluştu.

Arkadaşı devam etti:

“İyi bir insan olması için hangi masrafları yaptın? Hangi çalışmayı ya da eğitimi yaptın?”

Adam içinden söylenmeye başladı:

“Şurada iki paralık kahve keyfimizi mahvettin be adam? Sen patavatsız birisin…”

Dedi demesine de içinde bir fırtına koptu.

Bu fırtına diner miydi bilemedi.

Ama arkadaşının doğruları söylediği gerçeğinden de uzak kalamadı.

Kendisine de öğretilmemişti. Öyle bir eğitim hiç görmemişti.

Eğer böyle bir eğitim görseydi, Allah'ın emirlerinin farkında olacaktı.

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti…” (İsra, 17/23)

Arkadaşı devem etti konuşmasına:

“Unutma ki yapana yaparlar diye bir söz var. Bunlar senin de benim de başıma gelebilir.”

Bu son sözle ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi. Sessizce kalktı. Başı önde hedefsizce yürüdü. Kafasında aynı sorular vardı. Soruların cevabı diline yansıdı:

“Ama bu yaştan sonra böyle bir eğitim kabul ettiremem ki.”

Övdüğü, hiçbir yere konduramadığı çocuğu ile ilgili söyledikleri ibret vericiydi. Artık çocuğu üzerinde etkisinin olmadığını anlamıştı. Bu sebeple gerçeklerle yüzleşmek zoruna gitti. Gerçeklerden uzakta kalmayı mutluluk sebebi saydı.

Bir anda dünyası daraldı.

Daracıktı.

Peşinde koşulacak kadar geniş değildi.

Daralan dünyasına inat gönlünde bir genişleme oldu gibi bir duyguyu hissetti. Bunu ilk defa yaşıyordu. Güzel bir duyguydu.

Kapısı açık bir dükkândan eski bir filmin replik cümlesi taşıyordu:

“Merhamet, merhamet, merhamet…”

Merhamet eğitimi gibi bir cümleydi zihninde yer eden.

Bir çocuk gördü evine yaklaşırken. Küçük bir çocuk. Daha yeni koşmaya başlamış. Elindeki poğaçayı çöp bidonunun yanında bekleyen kirli bir kediye uzattı. Ona yedirmeye çalıştı. Kedi çocuktaki samimiyeti ve içtenliği gördü. Onun merhametine sığındı ve kendisine uzattığı poğaçayı yemeye başladı.

Yanında babası vardı. Öylece bakıyor ve çocuğunun merhametine seviniyordu…

Manzara karşısında irkildi.

Kendisi olsa asla buna izin vermezdi. Pis bir sokak kedisine çocuğunun bu kadar yaklaşmasına asla izin vermezdi. Bu cümle zihninde yankılandı. Ayaklarının dermanının kesildiğini hissetti. Halsiz birkaç adım daha attı. Sendeledi. Düşmekten korktu. Düşerse maazallah yardım eden olmazdı. Orda öylece kalakalırdı. Bundan korktu. Şunu asla düşünmedi: Merhamet eğitimi almış insanlar bu dünyada mutlaka vardı, var olmaya devam edecekti…

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Biz dünyaya sığmayan adamlardık, diye iç geçirdi. Bastığı yere bir daha basmayan, bir dediği iki edilmeyen, dediği emir kabul edilen adam…

Ya şimdi, öyle mi?

Kapıdan biri baksın, hâl hatır sorsun, nasılsın bir ihtiyacın var mı desin diye bekleye bekleye ömrünü tamamlamaya çalışan biri olup çıktı.

Babası çoktan ölmüştü. Ama kendisinin babasına yaptığını yaşamadı. Evinde kalmaya, yaşamaya devam etti.

Oğlu istediği gibi biri oldu; işi oldu, aşı oldu, eşi oldu ama yanlarında hiç olmadı. Hep uzaktan selamlaştı. Çok büyük adamdı, büyük adamların büyük işleri olurdu. Büyük işler için de babasına vakit ayıramadı.

Belki bayramdan bayrama uğrar oldu, bazen de kapılarda beklemekle geçti ömrü…

Denendiğini çok geç fark etti. Babasıyla bu sınanmayı başaramadığını düşündü.

Şu anda kendisine reva görülenlerin çok daha ağırını kendi anne babasına yapmış olmanın ezikliğiyle hatırladı:

Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle.” (Bakara, 2/155)

Oğlunun kendini azarladığını düşündü. Cahilmiş gibi davranmasını kabullenmede zorlandı. Artık ara sıra görüştüklerinde onun sözünün üzerine söz söylenmemesi gerektiğini öğrendi.

Sustu.

Suskunluğu kendi geçmişindeki yaptıklarınaydı.

Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez. (Nisa, 4/36)

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Bu defa ne pahasına olursa olsun yapacaktı. Kendisi imtihanı kaybetmişti, oğlu kaybetsin istemiyordu. Oğlunun da kendisiyle sınandığının farkındaydı, onun da farkında olmasını istedi.

Bir kitapçıya uğradı. Anne baba hakkıyla ilgili bir kitap aldı. Bir de Kur’an meali…

Daha önce aldığı Riyazu’s Salihin isimli kitabı okumaya çalışmıştı. Onu da hazırladı.

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Oğlu gelmeyeli kaç zaman geçmişti bilemedi. Birkaç kez telefonda azar işitince bir daha aramaya cesareti olmadı.

Beklemekten başka bir çaresi kalmadı. Çocuk hasretiyle yanıp tutuştu. Ne gelen oldu ne giden. Komşu çocukları gelip ihtiyacı olup olmadığını sorduklarında arkadaşıyla konuşmalarını hatırladı:

“İyi bir insan olması için hangi masrafları yaptın? Hangi çalışmayı ya da eğitimi yaptın?”

“Yapamadım.” dedi titreyen sesiyle, yapamadım.

Merhamet eğitimini veremedim, bana da vermediler.

“Ahir ömrümde bunu anladım ama iş işten geçti. Yapacak bir şeyim yok. Dünyaya sığmayan ben, şu anda hiçim. Hiçliğimi anlayacağım bir hayatım olsaydı keşke…”

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Artık çocuğunun gelmesini beklerken bıktı. Ümitleri tükendi. Bir vasiyet mektubu yazmayı düşündü.

Çok düşündü.

Günler sonra bir kâğıda şu notu iliştirdi.

“Belki görüşmeden ölürüm. Ben yanlış yaptım. Çok yanlış yaptım. Yaptığım yanlışı anladım ama bundan sonra yapacağım bir şey de kalmadı. Bir baba olarak sana tavsiyem: Çocuklarına merhamet eğitimi ver. Onların ahlakının güzelleşmesi için çalış. Ahlakı güzel olan insan güzel insandır. Benim babama karşı yaptıklarımı bana karşı sen de yapıyorsun. Eyvallah, ben bu sınanmayı başaramadım. Zarar ettim. Hesabımı nasıl vereceğimi düşünüyor ve korkuyorum. Sen çocuklarını iyi yetiştir ki senin bana yaptıklarını çocukların sana yapmasın. Sana kitaplar bırakıyorum. Ne olur o kitapları bir kez oku…”

Sonra pişmanlıklar içinde kendisi, az gören gözleriyle okumaya devam etti.

"Ana-babası, yanında ihtiyarladığı halde, (onların rızalarını alamayıp) Cenneti kazanamayanın burnu sürtülsün." (Tirmizi)

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Yetmiş yıl mı olmuştu, yoksa bir gün mü ya da bir günden de az mıydı?

Ey falan oğlu/kızı filan diye bir sesle kendine geldi.

Uyandırılmıştı.

O da birçok şeye uyanmıştı.

Her yan zifirî karanlıktı.

Kapkaranlık.

Bu karanlığı aydınlatacak ışığı hazırlama sınavından kaldığını düşündü.

Kalabalık, bir mahşer, mahşeri kalabalık…

“Ya Rab!” dedi içtenlikle ve pişmanlıkla…

Yaptıkları ve yapamadıklarını görünce/gösterilince kendinden utandı.

Burnum neden sürtüldü sorusunun cevabını düşünmedi bile.

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Onun mezarı şimdi bakımsız.

Bir mezar taşı var belli belirsiz.

Diğerleri gibi dünyalara sığamazken bir çukura sığıverdi.

Gitti ve gelmeyecek.

Etrafındakiler yok, görünmüyor. Malı mülkü için yaklaşanlar da yok.

Yaptıklarıyla baş başa.

Bütün gösteriler/gösterişler bitmiş.

Şirinlikler ve süsler yok olmuş.

Dünyanın oyun ve oynaştan ibaret olduğu gerçeği dünyada kalmış.

Kaç yıl olmuştu, bilemedi.

Bakımsız mezarın başına biri geldi.

Eliyle üzerindeki çerçöpü temizledi.

Döndü diğer mezarlara baktı.

Ne kadar sessizlerdi ne kadar ıssız…

Dünya şaşaasından eser yoktu. Şatafat kelimesinin anlamsız olduğu yer…

Ufka bakıp daldı gitti.

Galiba kendisine bırakılan kâğıdı okumuştu.

Ve belki de kitapları da…

Anne babası sağ iken yapmadıklarını arkasından yapmaya çalışıyordu.

Sınanmayı kaybettiğini biliyordu ama kendi çocuğu kaybetsin istemiyordu…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.