Duran Çetin
Çocuklarım işte şurada
Yaklaşmakta olan yaklaştı.
Yer sarsıldı.
Sarsıntı durmadı.
Sanki bir asırmış gibi geldi insanlara.
Büyük bir ses yankılandı insanların kulaklarında.
Kalplerine indi ve yürekleri hoplattı.
“Bitti, her şey bitti.” dediler.
“Artık son nefeslerimizi aldık gidiyoruz.”
Bu arada mavi ışıklar ufuk çizgisinde parladı ve kayboldu.
Kıyamet sahnesiydi.
Kıyamet gibi.
Yeryüzü prova yapıyor gibi sarsıldı.
İçindekileri dışarı atacakmış gibi arka arkaya sarsıldı.
Üstündekileri de içine çekip almak istercesine sarsmaya devam etti.
Arz, o ana kadar beslediği insanlarla beslenmek istercesine kükredi ve yarıldı.
Ağzını açmış gibi davrandı.
Ne var ne yok hepsini yutmak için bütün kızgınlığını serbest bırakmış gibiydi.
Adeta meydan okudu. Yeter artık yaptıklarınız, iyilikten uzaklaşmanız, kötülere muhabbet beslemeniz, fıtratınızı bozmanız, yasaklara meyletmeniz, istenilenleri terk etmeniz…
Arka arkaya sarstı.
Evler, insanlar, arabalar, binalar ve her şey arka arkaya sarsıldı.
Binlerce kez sarsıldı.
İlk büyük sarsıntıda yıkılmayan binalara ikinci sarsıntı büyük bir darbe yaptı.
İlkinde dayanabilenler ikincisinde yıkılmaktan kurtulamadı.
Yıkıldı ne varsa.
Yerle yeksan oldu.
Enkaza karıştı.
Enkaz da toprağa karışmak için büyük bir hızla dağıldı.
Dehşet vericiydi.
Çılgınca bir sarsıntı insanları korkuttu.
İnsanların yüreklerini daralttı.
Düzen bozuldu.
Her şey alt üst oldu.
Yukarıdakiler aşağıdaydı.
Enkazın birer parçasıydı artık insanlar ve diğer canlılar.
“Mahşere yolculuk” diyenler oldu.
Derken üzerinden iki gün geçti.
Gürültücü makineler ile insanlar enkaz altında kalanları çıkarmaya çalıştı.
Bir can bir candı.
Bir canı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmak gibiydi.
İşte tam da o anda olanlar oldu.
Bir kadın çıkageldi.
“Durun!” dedi. “Durun! İçeride iki çocuğum var. Tam da şurada.”
Yerini tarif etti.
Ekiplerin enkaz altında canlı olmadığı kanaatine vardığı bir anda çıkagelmişti.
Çalışanlar artık canlı olmadığı için iş makineleri ile dalmıştı enkaza.
“Durun!”
“Yapmayın!”
“Canlı var enkazda.”
“Hem de tam şurada.”
“Mutfağın yanında üst üste gelmiş kolonların kıyısında yaşıyorlar.”
“Allah onlara bir yaşam koridoru açtı. Onlar nefes alıp veriyor.”
“Ben onların annesiyim.”
“Onlar benim çocuklarım. Çocuklarımı çıkarın!”
Bütün makineler durdu.
Devasa iş makineleri, “Bir daha asla ses yapmayacağız içerdeki çocukları korkutmayacağız.” dercesine sessizliğe gömüldü.
Dinleme yapıldı.
Canlı emaresine rastlanamadı.
Tekrar enkaz kaldırma çalışmasına başlamak üzere emir verecekti ki kadın yeniden yanı başında bitti ve yalvardı, yakardı:
“Yapmayın, onlar canlı, yaşıyorlar. Sonra çok pişman olursunuz. Onların ölümüne sebep olmayın. Ben onların seslerini duyuyorum.”
Adam şaşırdı.
Şaşkınlık içinde kadına baktı.
İnanmış bir yüz vardı. İnanmış ve inandırıcı bir bakış.
Adam donup kaldı. Kalakaldı. Korktu. İrkildi. Sonra ne yapacağını bilmez bir şeklide enkaz içindeki açılmış dehlizden içeri baktı. Bir ses duymak istedi ama duyamadı. Tekrar dönüp baktı kadına.
“Emin misin, bir ses duydun mu, yaşıyorlar mı?”
Bunlar görevlinin kendisini inandırmak için sorduğu sorulardı.
İnanmak istiyordu. Ama teknolojik alet ve edevat orada bir canlı olduğuna işaret etmiyordu.
Bir risk aldı.
Emir verdi: “Girin içeriye!”
Kadının tarif ettiği krokiye göre yol aldılar. İki can onları bekliyordu.
İki can kurtaracaklar ve bütün insanlığı kurtarma sevabına ulaşacaklardı.
Saatler geçmiş çocuklara ulaşmışlardı.
Mutluydular.
Çocuklar birer birer çıkarıldılar. Sapasağlamlardı. Herhangi bir yara bereleri de yoktu.
Çocuklar tekbir eşliğinde yeniden dünyaya “merhaba” derken saatler önce ısrarla içeride çocukları olduğunu söyleyen kadın arandı. Müjdeli haberi vereceklerdi. Çocuklarına kavuşma sahnesinin verdiği sevinci doyasıya paylaşacaklar ve yaşayacaklardı.
Bağırdılar.
Çağırdılar.
İlan ettiler.
Çağrıda bulundular.
Cevap gelmedi.
Cevap yoktu.
Ses seda duyulmadı.
Sanki hiç öyle biri yoktu.
Oraya kimse gelmemişti.
Öyle bir an ve zaman yaşanmamıştı.
Görevli ekip lideri ilk çıkardıkları gence yaklaştı ve sordu.
“Annen buradaydı. Sizin yerinizi annen söyledi bize.”
Kız şaşkın bakışlarıyla cevapladı.
“Ama nasıl olur, benim annem dört sene önce öldü.”
Bu cümleyi işitenler olduğu yerde donup kaldı.
Sarsıldı herkes.
Bu defa sarsıntı yerde değil zihinlerdeydi.
Kalpler sarsıldı. Gönüller inancın coşkusuyla dolup gözlere hücum etti.
Gözler yaşardı. Kalpler ürperdi.
Nasıl olurdu?
Nasıl?
Olurdu işte Allah dileyince her şey olurdu. Bu da bir sınanmaydı.
Arama kurtarmadakilerin hepsi buna şahitti. Şahitlik ettiler.
Dizleri üzere çöktüler. Eller semaya açıldı. Dualar yükseldi Allah'a.
Nasıl bir uyarı ile karşı karşıya kaldılar böyle.
Neyin uyarısıydı bu?
Dünyada ne var ne yok her şey Allah’ındır.
Mülk Allah’ındır.
Kâinat Allah’ındır.
İnsan sadece emanetçidir.
Allah'ın gücünün üstünde güç yoktur…
“De ki: “İçinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Âl-i İmrân 3/29.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.