Keziban Eymir
Bir garip hikâye
Tul’u vaktindeydi zaman…
Güneş huzmelerini daha yeni yeni gönderiyordu yeryüzüne...
Azat olmuş bir köle gibi koşarak gelmişti yine çeşmesinin başına Yunus Dede…
Artık o bizim Yunus dedemizdi… İsminin sebebi de Yunus’a benzemesindendi…
‘Yunus’ gibi şiirler söylemesinden her gün hasbihal ettiği şırıl şırıl akan çeşmesinin adınıza çoban çeşmesi koymuştum kendimce... Faruk Nafız Çamlibel’den esinlenerek.
AKAR UZAKTAN UZAĞA ÇOBAN ÇEŞMESİ EY SUYUN SESİNDEN ANLAYAN BAĞLAR NE SÖYLER ŞU
DAĞLARA ÇOBAN ÇEŞMESİ
Onunla şehre giderken yolun kenarında derenin yamacında ki bu çeşmenin başında tanışmıştık…
Çeşmenin tepesine çıkmış çıplak ayaklarını çeşmenin kurnasına sarkıtmış, yanı başındaki asırlık söğüt ağacı şemsiye etmiş, saçı başı birbirine karışmış, üstü başı paramparça bir adam…
Derenin yamacında akan çeşmenin yanına gitmek istiyordum çayır boyunca uzanan dağ çiçeklerinden toplamak kekik ve dağ nanelerini rayihalarını içime çekmek belki de...
Ne yapıyordu bu adam çeşmenin tepesinde? Yanına iyice yaklaştığımda kendi kendine mırıldandığını duydum elbette gün akşamlıdır sözünü kendine vird edinmişti İlk etapta akli muvazenesi bozulmuş bir meczup diye düşündüm… Bu hırpani görünüşlü adamdan hayli korkmuştum…
Çeşmenin başına gidip gitmemekte kararsız kalmıştım suyumu içse miydim yoksa geri mi dönmeliydim?
Ben bunları düşünürken adam olduğu yerden doğruldu çıplak ayaklarını kurnadan çıkarıp delik deşik olmuş lastik ayakkabılarını giydi yerdeki bastonunu da alıp çeşmenin gerisine doğru çekildi... Deliydi ama su içmem için bana yer vermişti.
Serinlemek için önce elimi yüzümü yıkamış sonra da çeşmeden kana kana su içmiştim Arabama doğru ilerlerken bu meczup görünümlü adama bir daha baktım. Hali içime dokunmuştu… Kim bilir belki de açtı...?
Arabadaki yolluğu getirip ona vermeli miydim?
‘Zahmet etme hanım kızım ben orucum’ deyince ürperdim… Kalp atışlarım hızlanmıştı, korkmuştum, her zerremi kaplayan bir heyecan hakimdi artık Yetmedi canımı aldığı ‘Söyleyene değil söyletene bak demişti birde üstüne…
Heyecan geçer geçmez bir an utandım kendimden insanın içine bakmadan yine karar verdim diye…
“NE KADAR DA PEŞİN HÜKÜMLÜYDÜK”
Harabat ehline hor bakma zahir defineye malik viraneler var
O günden sonra sık sık ziyaret ettim Yunus Dede’yi… Yunus dede: yolun karşısındaki küçük bir tepenin yamacında… Bir barakada yaşıyordu, kimsesi de yoktu, yapayalnızdı… Evinin önündeki küçük bahçesindeki çiçekleri dışında...
Niye sadece mor çiçekler dediğimde? ‘O’ bu çiçeği çok severdi der ve susardı… ‘O’ kimdi?
Bakmayın siz Yunus Dedemin dağ başında uzlet içinde yaşadığına o tahsilini yurt dışında tamamlamış bir doktordu bir o kadar da edebiyatçı… Fuzuli’den, Baki’den kasideler söyler beyitler okurdu.
Dün ziyaretine geldiğimizde bizi göndermemiş, barakasında misafir etmişti. Ertesi gün tan vakti inmişti yine çoban çeşmemizin yanına kim bilir belki de içinde biriktirdiği yalnızlığı akıtıyordu suyla birlikte toprağa… Bugün hava bir garipti bulutlar siyah gök gürültülü güneş sönük...
Yağmur başlamıştı bile yağmaya dağlar, dereler ağaçlar. Biranda sırılsıklam olmuştu yunus dede gibi biz yağmurda ıslanmamak için barakaya sığınmıştık ama o hiç aldırış etmedi yağmurun altında rengarenk kır çiçeklerinin içinde yağmur damlalarını misafir etti yüreğine.
AĞLASA BULUTLAR KALSAM YAĞMURUNDA SIRILSIKLAM.
RÜZGÂRIN ÜŞÜTTÜĞÜ, GÜNEŞİN YAKTIĞI
İŞTE TAM BU MEVSİM DE YAĞ
YEŞİLİN HER TONU OKŞASIN RUHUMU
BEN YAĞMURUNDA SIRILSIKLAM
HADI GÖKGÜRÜLTÜSÜNE TAKIL DA GEL
GÖZ YAŞLARINDAN ÖPSÜN YAĞMUR DAMLALARI
BENİ BU MEVSIM DE BUL
ISLANAYIM YAĞMURUNDA SIRILSIKLAM
BOYVERSİN GELİNCİKLER EKİN TARLALARINDA
ÇAYIRDAKİ PAPATYALAR ŞAHİT OLSUN SEVİP SEVMEDIĞIME
ÖKSÜZ YANLARIMI AL GÖTÜR, YETIMLIĞIMI YÜZÜME VURMADAN
KALAYIM YAĞMURUNDA SIRILSIKLAM
HADİ GEL, AY GĘCEYE VURMADAN
YAĞ SAĞANAK SAĞANAK ISLAT SAVRULAN SAÇLARIMI
BEN YAĞMURUNDA ŠIRILSIKLAM KABİL CİNSİNDEN IZDIRAPLARIM VAR
YILDIRIM GİBİ DÜŞ YÜREĞİME
NE VAR NE YOK YAK BİTİR
TAM BU VAKİTDE GEL ASR OLSUN ADIN
ZİYANA UĞRAYANLARDAN ETME BENİ
HUMA KUŞUNDAN ÖP DE GEL YAĞMURUNLA ÇEPE ÇEVRE SAR
BEN EBEM KUŞAĞINDAN TUT DA GEL
Arkadaşımla birlikte yanına geldiğimizde kederliydi mor halkalardan zor görünen gözleri... Yunus Dede’nin sırrına vakıf olmak istiyordum neden gün doğmadan şafak vaktinde bu çeşmeye geliyordu? Neler geçmişti başından? Neden yalnız yaşıyordu? O kimdi mor çiçekleri kim seviyordu?
Yunus Dede’yle genelde hal diliyle anlaşıyorduk… Ben düşünüyordum o gözlerimden anlıyordu…
“Hayat acıtır insanı kızım” dedi… “Bazen yalan söyler sana tozpembe gösterir kendini pembesi o kadar tatlıdır ki kapılırsın büyüsüne, sonra yavaş yavaş gerçek yüzünü göstermeye başlar, sayesinde öğrenirsin acıyı… Sonra kanatır yaralarını ama üzülme zamanla kabuk bağlar, nasırlaşır yaraların. Tek ilaçtır, onlara zaman ve öğrenirsin hayatın sadece tozdan ibaret olduğunu anladığın gün öldüğün gündür aslında… Mezar taşıdır hayatın özeti. Beyazdır taşı... Ama yazısı siyah!
Şiir gibi konuşmuştu ama sırrı hala kendinde saklıydı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.