Duran Çetin
Parlayan el
Ve bir el. Farklı…
Diğerlerinden ve bütün ellerin ötesinde. Onu farklı kılan elin şekli değildi. Sadece ona yüklenen görevdi.
Bir toplum var karşısında. Sürekli baskı kuran, baskın çıkan. Dediğim dedikçi. Gücün tamamını sadece kendi çıkarları için kullanan. Başka inançlara hayat hakkı tanımayan, özgürlük düşmanı…
Özgürlüğü kendi dar kafasındaki sığ düşünceleri kadar anlayabilen liderin peşinden koşan bir halk...
Hepsi bekliyor, hepsi biliyor, bilinmeyenlerin de bilinmesini istemiyorlar.
Gerçeklerin gizli kalmasını, asla açığa çıkmasını istemiyorlar.
Musa Peygamber’e ve inanmışlarına gözdağı veriyorlar. Tehditlerin sınırı yokmuşçasına genişliyor. Bazen ölüm bile acıyı dindirecek yegâne çare olabiliyor.
Her gün ayrı bir bahane, ayrı bir eziyet…
İnanmıyorum sana ve getirdiklerine demekle yetinmeyip Musa Peygamberin çağrılarını engellemek için akıl almaz örnekler sergiliyor.
Gergin bir ortamda, söylediklerini güçlendirmek gerekir elbette. “Sen sihir yapıyorsun, sen sihircisin.” diyor sürekli.
Ama aynı zamanda ondan ürküyor. İlahi bir yönünün olduğunu da uzak tutmuyor düşüncelerinden.
Buna rağmen inkârda ısrarcı Firavun.
Bir an.
İşte bütün gözler yine onda.
Olacaklar bekleniyor.
Son veya bir sonuç nasıl olacak, bilinmiyor.
Zulmetin devam etmesiydi kalbi karanlıklarla dolu olanların beklentileri.
Bunların başında da Firavundu… Her şeye hükmettiğini söylüyor, bunu ispat için her türlü zulmü yapmaktan geri durmuyordu. Bütün bunlara rağmen korkuyordu içten içe. Zalimdi, zulmediyordu, haksızlık onun şiarıydı. Ancak zalimler korkardı.
***
Bir aydınlıktı arzulanan inanmışlar tarafından.
Bir insan görevlendirilmiş. Görevinin ne olduğunu bilen ve ağırlığından dolayı pes etmeyen. Görevi verenin korumasında olduğunu farkında olan, ilahi mesajı bekleyen bir insan…
Bir nida erişiyor bekleyen elçi Musa’ya:
“Elini de koltuğuna sok, bir hastalık olmadan, başka bir mucize (ayet) olarak bembeyaz bir durumda çıksın.” (Tâhâ, 20/22)
Bu bir ilahi emirdi.
İstenileni yaptı. Elini yenine soktu.
Mucize an meselesiydi. Olağanüstü bir durum yaşanacaktı. Bu kadar insanın gözleri beklenmedik alışılmadık, sıradan olmayan bir şeye şahitlik edecekti.
Elini çıkardığında bir aydınlanmaydı yayılan. Ya da bir güneş parlamasıydı. Bir dolunay parlaklığı da denebilirdi. Apak bir parıltı saçıyordu.
Gözler, bu güzellikte kayboldu.
Sözler bitti, sadece duygular vardı yaşanan olay karşısında.
Onlar da sessizdi, seslerini çıkarmıyorlardı. Korkuyorlardı köle olmaktan, korkuyorlardı esir düşmekten, hayatı bir sürüngen gibi yaşamaktan, hapse atılmaktan, ellerinin kollarının, ayaklarının çaprazlama kesilmesinden, daha olmadı hurma dallarında sallandırılmaktan…
İçleri fetheden, sarsan, zihinleri zonklatırcasına düşündüren mucize…
Bu mucize karşında suskunluktu yaşanan.
Onlar kesinlikle yoldan çıkmış bir toplumdu. Bu topluma ve yoldan çıkaran lideri Firavun’a nasıl bir etkisinin olacağını kestirmek kolay değildi.
Hastalık değildi bu.
Bir bahane bulunacak gibi değildi.
Mucizelere güç yetmezdi. Apaçıktı, ortadaydı…
Ama Firavun ve toplumu inkârcıydı, inkâra devam ettiler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.