Kurbağalar

Dönek insanlardı.

Onlarca kez verdikleri sözden dönmüşlerdi.

Karakterleri olmuştu sözlerinde durmamak.

İnkârdı hayatı yoğurdukları malzeme.

Davranışları, konuşmaları, düşünceleri hep böyleydi.

Onlar için an, zaman; yaşanandı. Yaşanır ve biterdi.

Yarın, yarın olunca, yeni inkâr, yeni iftira, yeni yalanlarla, yeni sözde durmamakla başlardı.

Bir sabah uyandıklarında gözlerine inanamadıkları, birbirlerine sorup soruşturdukları ve “birinin sihir yaptığı” yorumlarının ayyuka çıktığı olayın etkisiyle ne yapacaklarını bilmez bir şekilde dolaşıp durdular.

Beklentileri büyüktü. Büyük beklentilerini ancak en büyük olduğunu söyleyen Firavun çözebilirdi.

İnkârlarında inatlaşanlara bir uyarıydı bütün olup bitenler.

Bu uyarı, akıllarını başlarına almalarını sağlayacak mıydı, yoksa öncekiler gibi mi olacaktı?

Ve sınamak içindi bütün bu olanlar...

Ayrı ayrı birer mucize olarak...

Destekleyen, doğrulayan delillerdi gönderilen Peygamber Musa’yı…

Kurbağalar vardı…

Sayısızca, sınırsızca çoğalan, dağılan ve insanları ürküten kurbağalar.

Çoğaldılar, çoğaldılar, dağıldılar, dağıldılar, yayıldılar…

Adım atılan her yerde, her mekânda, üst üste çoğalmaya devam eden kurbağalar…

Oturdukları yerden yataklarına kadar her yerin kurbağa olduğunu gören insanların dehşet dolu bakışları çaresizliğe dönüştü.

Kendilerinin yaptıklarını sorguladıklarında iş işten çoktan geçmişti.

İleri gelenlerden bazıları bu konu hakkında Firavun’un yapacağı bir şeyler olabileceği düşüncesiyle konuyu makamına sundular.

Firavun da bütün engellemelerine rağmen kurbağa belasından kurtulamıyordu. Kapıyı kapasalar bacadan içeri kurbağalar doluşuyordu. İçtikleri sudan yedikleri yemeklere kadar her yeri işgal etmeye devam eden kurbağalar, onların çaresizliklerini artırdıkça artırdı.

Sadece bir eziklikti yaşadıkları. O mağrur, her şeye kadir olduğu düşüncesini yıkıp yok eden bir olaydı bu.

Kraldı, devlet başkanıydı, tanrılığını iddia edip “ben sizin rabbinizim” diyecek kadar cüretkâr davranan Firavun, şimdi çaresizdi, bitmişti, tükenmiş yok olmuş gibiydi.

Geçiştiremedi, “Bu sihirdir, bunu Musa yapmıştır.” demesi de bir şeyi değiştirmeyecekti.

Sihirse; onun da sihirbazları vardı. Bir şekilde kurbağaların kontrolünü sağlar, çoğalmasını ve dağılmasını önlerdi.

Ama olmuyordu işte.

Her şeyin durduğu bir andı sanki.

Firavun her zaman yaptığı gibi sözünde durmayan, dediğini yapmayan yapısıyla çareyi Musa da gördü.

Yakınları da Musa ile çözümün mümkün olacağını düşünüyorlardı. Musa’dan yardım istemek gerekirdi belki de.

Bu dayanılmaz bir azaptı.

Azap başa çökmüştü.

“Ey Musa, bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsan, sana inanacak ve İsrailoğulları'nın seninle birlikte şehirden çıkmasına izin vereceğiz.” dedi Firavun.

Musa Peygamber, Rabbine dua etti, duası kabul gördü.

Başlarındaki bu bela gider gitmez Firavun, firavunluğuna devam etti.

Sözlerinden döndüler.

Firavun, Musa Peygambere ve ona inanmış İsrailoğulları'nın şehirden çıkmalarına yine izin vermedi.

Açık ama görmeyen gözlerle bakmaya, yine bildikleri gibi yaşamaya devam ettiler.

Sonrası mı?

Azap…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.