EYKE

Yemyeşildi.

Burası için ‘Cennet gibi’ uygun bir benzetmeydi. Hayatları, dünyanın bu en güzel yerinde sürüp gidiyordu. Hurma bahçeleri, envaiçeşit meyve bahçeleri alabildiğine uzanıyordu. Bütün meyve ve sebzeleri yetiştirip besleniyorlardı. Mümbit topraklardı yaşadıkları yer.

Dünyadaki bütün güzellikleri onların emrindeydi sanki. Sık ağaçlar birbirine geçmiş, diğer bütün canlılara kucak açmıştı.

Yaşadıkları bu bölgeden daha yeşil, daha güzel bir yer düşünmek hayalden öte geçmezdi. Bu güzelliklerini ticaretle bütünleştirince refah dolu bir yaşam tarzları oldu.

Zenginlik, rahat yaşam tarzları ve bütün bu güzellikler onları şımarttı. Ne yapacaklarını bilmez oldular. Zenginlikleri onları sapkınlıklarında akıl almaz davranışlara sevk etti.

Artık ticaret ahlakı da kalmamıştı. Haksızlık yapmaktan adeta zevk alıyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi ticaret kervanlarından haraç alarak zenginliklerine mal kattılar.

Kendilerinin en güçlü, en akıllı, en bilgili olduklarını düşünüp gururlarına yenildiler ve kibirlerinin esiri oldular. Kibirleri dağ gibi büyürken insanlıkları küçülmeye devam etti.

Onların bu büyüklenmelerinin yanlışlığını göstermek, doğruyu anlatmak onların da akıllı davranmaları gerektiğini hatırlatmak gerekiyordu. Yoksa yaptığı yanlışlıkları katlanarak artıracaklar, kendi elleriyle kendi azaplarını hazırlayacaklardı.

Kendi kendilerine yaptıkları bu zulmün farkına varmalarını sağlayacak birine gerek vardı. Allah, her zaman olduğu gibi uyarmak ve kendilerine gelmelerini sağlamak için içlerinden bir uyarıcı görevlendirdi.

Şuayb Peygamber geldi onlara…

Uyardı.

Yaptıkların yanlışlığını anlattı.

Eyke Halkı, vakit geçirmeden içlerinden çıkan bu uyarıcıyı yalanladılar.

“Hani onlara Şuayb: “Sakınmaz mısınız?” demişti. “Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin.”

“Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir.”

“Ölçüyü tam tutun ve eksiltenlerden olmayın.”

“Dosdoğru olan terazi ile tartın.”

“İnsanların hakkını azaltmayın.”

“Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun.' dedi.” (Şuara, 26/177-184)

Onların nasihate ihtiyacı yoktu. Varlıklıydılar. Emir almazlar, ancak emrederlerdi. İçlerinden birinin uyarıları onlar için onur kırıcıydı. Görevli uyarıcının kendilerinden farklı özelikleri yoktu. Onlar farklılık peşindeydi. Farklılık peşinde koşmaları onların sapkınlıklarını arttırdıkça artıyordu.

Bu uyarıya kulak verirlerse; bütün siyasî ve ticarî avantajlarının biteceğini ve komşu ülkelere karşı olan hâkimiyetlerinin sona ereceğini sandılar. Güçlerini kaybedeceklerini düşündüler.

Yalan, üçkâğıtçılık ve ahlâksızlığa başvurmaksızın ticaret işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi onları gerçeği görmekten alıkoydu. Ticarette alavere dalaverenin olmamasını düşünemediler.

Dünya ve nefislerinin kölesi olan bu sefih insanlar, uyarıcının sözlerine kulaklarını tıkadılar. Uyarıların kendileri ile ilgisi yokmuş gibi davranıp ne dinlemeye yanaştılar ne de anlamaya çalıştılar.

Hâlbuki ne güzel olurdu onların iman etmeleri, gelen ilahi uyarılara kulak vermeleri…

“Susuz bir çölde seyahat ederken, devesini kaybeden bir adam, devesini her yerde arar fakat bulamayınca büyük bir yeis içinde bir ağacın dibine çöker. Bir de bakar deve üzerindeki tüm erzakla karşısında aniden belirivermiş. Bütün mutluluklar artık onundur. Allah, günahkâr bir kul kendisine tövbe edip döndüğünde bundan daha çok sevinir.”

Yaptıkları onca haksızlığa rağmen Allah’ın yarattıklarını çok sevdiğini ve onları affedebileceğini açıkça ifade ederek uyardı:

“Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tövbe edin. Gerçekten benim Rabbim, esirgeyendir, sevendir.” (Hûd, 11/90)

Bu onların hiç hoşlarına gitmedi. Onların nasihate ihtiyacı yoktu. Eğer nasihat verilecekse; onlar verirdi. Bunu da açıkça ifade ettiler:

“Ey Şuayb!” dediler.

Sonra da haklılıklarını ispat için Şuayb’ın söylediklerini kale almaz tavırla konuşmalarını sürdürdüler:

“Senin söylediklerinin çoğunu biz 'kavrayıp anlamıyoruz'.” (Hûd, 11/91)

Oysa Hazreti Şuayb onlarla, anlayacakları kendi dilleriyle konuşmuştu ve konu gayet basit ve açıktı. İşin aslı, onlar, anlamak istemedikleri için anlamamışlardı. Karışmış kafaları Hazreti Şuayb'ın söylediklerini anlamak için ne arzu bırakmıştı onlarda ne de yetenek...

Kana susamışlardı. Çılgınlık derecesinde gözleri dönmüştü. Onlar için önemli olan düzenlerinin bozulmamasıydı. Onlar kendi düzenlerini bozacak her şeyi ortadan kaldırmayı göze almışlardı.

“Doğrusu biz seni içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı, gerçekten biz seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.” (Hûd, 11/91)

Onlar için güç; para ve çevresindeki insanlardı.

Hazreti Şuayb çok manidar bir uyarıyla onların düşünmesini sağlamayı denedi:

“Ey kavmim, sizce benim yakın çevrem, Allah'tan daha mı üstündür ki, O'nu arkanızda unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır.” (Hûd, 11/92)

Kavminin önde gelenlerinden küfre sapanlar, Şuayb’a inanacaklarından korkan Eyke halkını uyarmak için vakit geçirmediler:

“Ant olsun, Şuayb'a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz.” (A’raf, 7/90)

Bu aynı zamanda iman etmeyi düşünen halk için şiddetli bir tehditti. Onlar için ticaret yolunu tıkayan bir uyarıydı.

Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı tuttu da kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar.” (Hûd, 11/94)

Şuayb'ı yalanlamakta olanlar, sanki orda 'hiç refah içinde yaşamamışlar' gibi oldular; Şuayb'ı yalanlamakta olanlar, asıl büyük hüsrana uğrayanlar oldular. Kaybedenler de onlar oldu. Eykelilerin yerle bir edilişi, komşu halkların dilinde darbı mesel oldu.

Her şeye sahip olanların bir anda hiç oluşlarıydı yaşananlar.

Sanki yaşamamışlar gibi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.