Duran Çetin
Araba hayali
Yavuz koymuştu babası onun adını; güzel, güçlü ve çetin olsun diye. Öyle de oldu. Kendi ayakları üzerinde durmayı her şeyden önemli saydı.
Yıkılmamalıydı. Yoksa Musa’nın oğlu bir kesere sap olamamış, hiçbir işi becerememiş derlerdi.
Bu hem babası Musa’yı hem de kendini başkalarının gözünde küçültürdü. Büyüktü. Büyük olmalıydı. Büyük kalmalıydı.
Ne olursa olsun bir yolunu bulup paraya ulaşacak, zengin olacak, hayalindekileri gerçekleştirecek ve işte Musa’nın oğlu böyle olur dedirtecekti.
Bu düşüncelerini bazen babasıyla konuşup onun gözlerinin içinin gülmesini sağlıyordu. Her ne kadar “Bunlara gerek yok, sen benim oğlumsun ne olursa olsun önemi yok.” dese de oğlundan duydukları onu mutlu etmeye yetiyordu.
İşte o beklediği fırsat önüne gelmişti. Almanya’ya gitti. İlk önce kaçak çalıştı uzunca bir süre. Sonra işçi olma hakkını elde etti.
Artık daha çok çalışacak ve daha çok para kazanacaktı. Kazandığı paraları çarçur etmek yerine biriktirecek; ilk önce arabasını sonra evini, sonra…
Her insan gibi rahat yaşama derdiyle donanacak ve derdinin biteceği güne kadar bu böylece sürüp gidecekti.
Nasıl olsa insan ölümsüzdü. Ölmezdi. Dediklerini gerçekleştirecek ömür de kendisine garanti edilmişti. Sanki hiç ölmeyecekmiş duygusuyla hareket eder oldu. Başkalarının derdi sıkıntısı onu hiç ilgilendirmedi. Hiçbir zorluğa girmek istemez tavrıyla da birazcık vurdumduymaz bir kişiliğe büründü. Sonrası hep böyle devam etti gitti.
Artık ülkesine, babasının yanına ziyaret için gelmiş hayalinin bir kısmını gerçekleştirmek için ilk adımını atmıştı.
Musa’nın oğlu artık varlıklıydı. Parası vardı. Bir de ev bakıyordu kendine. Ev çok güzel olmalıydı. Kocaman. Ferah ortamda yaşamak bir başka olurdu. Bu güzelliklere sahip olanlardan neyi eksikti.
Oldu mu en iyisi olmalıydı. Musa’nın Yavuz’un öyle bir evi var ki, diye nam salmalı, herkes ona özenmeliydi.
Bir ev sahilde. Deniz dalgalarının sesi kulakları bayram ettirsin. Hemen birkaç metre sonra denize girebilsin. Oltası evinin balkonundan denizle buluşsun…
Olur muydu bilinmez. Ama niyeti buydu işte.
Babası oğlunun bu konudaki hırsına bazen cılız itirazlar ediyordu. Bütün bu olup bitenlere kendisinin sebep olduğu düşüncesi aklına gelince söyleyecek söz bulamaz hale geliyor ve suskunluk küpünün içine hapsoluyordu.
Hayal ettiği evi bulmuş hatta kapora olarak bir miktar para yatırmıştı. İstediği gibi bir ev. Bilmem kaç milyon. Olsun, nasıl olsa avro Türk parası karşısında değerliydi. Biriktirdikleri bunların hepsine yeterdi.
Ev onundu artık. Ev sahibiydi. Mal sahibiydi. Babasına oturması için ısrar etti. Babası “olmaz” dedi, “Ben kendi evimden memnunum.” Tek katlı bahçeli bir ev. “Senin evinde yaşamak bizim için zor.”
Yeni ev daha güzel daha kullanışlı daha ferah, dediyse de babası “olmaz” dedi. Annesinin bir ara gönlü olacak gibiydi ama vaz geçti.
Artık bilmem kaç liraya kiraya verirlerdi. Hazır kiralar da tavan yapmışken ve böyle bir evi istedikleri miktara verirlerdi. İki kat hatta üç kat fazla söyleseler de bu ev kiracısız kalmazdı. Neyse bu sonraki işti. Şimdi daha önemli bir iş vardı.
Araba alacaktı. Araba şarttı. Tatillerde işine yarıyordu. Arabasızlık ona yakışmazdı. Bayilerde sıfır araba bulmak zordu. İstediği arabanın sıfırları yoktu zaten. En iyisi, şimdilik kaydıyla bu arabanının ikinci elini almalıydı.
İnternet onun işiydi. Uzunca bir süre araştırdı. Nihayet istediği gibi bir arabayı buldu. Hemen bağlantı kurdu. Ertesi gün gidip arabayı alacak ve geri dönecekti.
Planlar yaptı. Yolculuk saatini kararlaştırdı. Kalacağı oteli internet üzerinden ayarladı…
Yıllarca bugünü beklercesine heyecan dolu bir yolculuğun ardından Hatay’a babasıyla birlikte ulaştılar. Yer ayırttıkları otele yerleştiler. O gün dinlenecekler ertesi gün de arabayı alıp geri döneceklerdi.
İlk önce şehri gezdiler. Güzellikler diyarı Hatay’ı. Sanki bir daha görmeyecekmiş gibi hafızaya kazırcasına dolaştılar. İlk önce Harbiye Şelalelerine gittiler. Hatay Uzun Çarşısının albenili dükkanlarına bakındılar ve Ulu Camiinde dua ettiler. Habib-i Neccar Camiine uğramadan olmazdı. Sonra da Asi Nehri kıyısında bir gezinti ile akşamı ettiler.
Artık sona gelinmişti. Akşam yemeğinden sonra bir kez daha baktı internet sayfasına. Bir katakulli olsun istemiyordu. Araba satıcısını telefonla arayıp son kez teyit etti. Artık bütün işler tamamdı. Sabah olacak gün yine doğacak, Hatay üzerindeki gizemli esinti yeniden turistleri kendine çekecek ve kebapçılar, künefeciler insanlarla dolup taşacaktı.
Babası oğlunun heyecanını anlamaya çalıştı. Tecrübeli insandı. Yıllarca sayısız insan tanımıştı. Ülkenin dört bir yanına direksiyon sallamıştı. Ama oğlu Yavuz’daki bu heyecanı anlamada zorlanıyordu.
Yavuz her şeye sahip olma, her işini kendi yapma ve Musa’nın oğlu şunları yaptı, helal olsun dedirtmeyi içinde bir ukde olarak büyütmüştü. İşte bu hal içindeki Yavuz kendi heyecanını yenmede başarılı olamadı. Otel lobisine indi birkaç kez. Hatta otelin bulunduğu caddeyi birkaç defa turladı gece yarısında. Halbuki yoldan gelmişti üstüne üstlük az sayılamayacak bir gezinti yapmıştı; şehrin önemli yerlerini ziyaret etmişti. Bunca yorgunluğa rağmen uyuyamamasını anlamak mümkün değildi.
Bazen böyle olurdu. Aklına takılan basit bir şey, ya da bir heyecan onu uykusuz bırakırdı. Bugün farklı bir şey vardı, farklı bir durum. Çözemediği de buydu. Sanki bir şey yokmuş gibiydi ama vardı. Var olanı anlayamadı. “Yorgunluktan olabilir” dedi kendi kendine. Bazen yorgun olduğunda uyuyamazdı. Yoksa yıllarca zihninde büyüttüğü arabayı görecek ve bir hayalini daha gerçekleştirmekten dolayı mı yaşıyordu bütün olup bitenleri.
Yatağa uzandı. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Uyumayı hiç bu kadar istememişti. Yan tarafında babası çoktan horlamaya başlamıştı. Artık bundan sonra uyuması da mümkün değildi.
Gündüz Ulucami ziyareti sırasında kürsünden vaizin söyledikleri kulaklarında çınladı:
“Dikkat edin! Unutmayın bu geceki yatışınız son yatışınız olabilir, uykuya dalmadan önce aldığınız son nefesiniz olabilir. Üzerinize örttüğünüz battaniyeniz sizin kefeniniz olabilir. Hasılı kelam hayata devamınız için bir garantiniz yok. Her aldığınız nefes için şükredin, her sabah kalkınca ‘Rabbim beni diriltti’ diye şükredin. Daha iyi kulluk yapacağım diye sözünüzü yenileyin. Her uyanış yeni bir imkandır kul için. Yeni bir fırsattır senin için…”
Bu tür vaazlar aslında onu pek etkilemezdi. Her hafta Cuma namazına da gitmezdi. Ancak Cuma namazına gidelim diyen biri olursa giderdi. Ama bu duyduğu sözler nasıl cümlelerdi böyle. Sanki direk kendine söylemiş gibi geldi. Şaşırdığını belli etmedi babasına. Hatta camide bir köşeye çöküp etkili konuşmayı dinledi. Ama bütün bunlara rağmen camiden namaz kılmadan çıkıp gitmişti.
Evet bu olmalıydı onun uykusunu kaçıran. Hayatın geri kalan kısmı için bir uyarı gibi algıladı. Kendini derinlemesine bir sorguya çekmekten uzak durdu. Yoksa yaptığı yanlışlara devam edemezdi. Kendi hayat bakışını terk edemezdi. Hayattan lezzet aldığı şeyleri bir kenara bırakamazdı. Yoksa arkadaş çevresi ne derdi. Hem önünde çok yıllar vardı. Daha yirmi beşinde zıpkın gibi bir gençti. Uzun sürecek bu ömürde vaizin dediği şeyleri düşünecek çok vakti olacaktı. O zaman gelsin, nasıl olsa yapardı. Hayatını ilerleyen yaşında değiştiren çok insan tanımıştı.
Bunları düşünürken saat gecenin üçüydü. Artık uyumalıyım derken saatine baktı. Sanki uyuyacakmış gibi geldi ona. Uyku ne güzeldi. Uyumayı hiç bu kadar çok istemedi. Beş dakika sonra göz kapakları indi. Yorgunluğundan kurtulmak için uyku deryasına daldı. Dalış o dalış…
Gece sabaha ilerlerken ilk önce bir ses duyuldu. Kulakları sağır edercesine bir ses. Sesle birlikte beşik gibi sallandı her yer. Elektriklerin gidişine geceyi aydınlatan mavi ışık eşlik etti. Sonrası yok…
Yavuz derin uykudan uyanamadı. Babasının birkaç kez can havliyle bağırmasını bile duyamadı. Kalkıp kaçma imkânı bulamayan babası Musa ve oğlu Yavuz beşinci kattaki odanın nereye gittiğini anlayamadan koskoca bir enkazın tuz buz olan bir parçası olarak yıkıntının içinde kaldılar.
Son uykuları oldu.
Uykudan önce son nefes alışverişleri oldu.
Üzerindeki battaniyeleri kefenleri oldu.
Ve güneşin ilk ışıklarını göremediler.
Aydınlıkla birlikte soluk almayı sürdüreceği o aydınlık geleceği göremediler.
Yeniden bir günlük plan yapmaya fırsat bulamadılar.
Şükretmek için sabahı göremediler…
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfâl: 67)
Allah insanın ahireti kazanmasını ister lakin insan dünyalık peşinde sürüklenip gider.
Sürüklenip gittiler…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.