Lezzet Coğrafyası: İbn Battuta’nın 14. Yüzyıl Boyunca Mutfak Yolculuğu

Lezzet Coğrafyası: İbn Battuta’nın 14. Yüzyıl Boyunca Mutfak Yolculuğu

1325 yılında, İbn Battuta adında genç bir Faslı âlim, memleketi Tanca’dan tek bir niyeti olan Mekke’ye Hac ibadetini yerine getirmek için yola çıktı.

1325 yılında, İbn Battuta adında genç bir Faslı âlim, memleketi Tanca’dan tek bir niyeti olan Mekke’ye Hac ibadetini yerine getirmek için yola çıktı. Mukaddes bir yolculuk olarak başlayan bu seyahat, üç kıtada otuz yıl süren, 120 bin kilometreden fazla yol kat eden ve 40’tan fazla ülkeyi kapsayan, insanlık tarihinin en sıra dışı maceralarından birine dönüşecekti.

Seyahatnamesi Rihla, yalnızca uzak diyarların ve egzotik geleneklerin bir kaydı değil; aynı zamanda Ortaçağ İslam dünyasının canlı ve manevi atmosferinin zengin bir dokusudur. Ve bu dokunun merkezinde son derece insani bir şey yatar: yemek. İbn Battuta için her yemek bir hikâyeydi. Tek bir yemek, bir nehir vadisinin bereketini, bir sultanın kudretini, bir dervişin takvasını veya bir yabancının cömertliğini ortaya koyabilirdi. Yemek kültürüne dair gözlemleri (malzemeleri, ritüelleri, hiyerarşileri ve alışverişleri) bize 14. yüzyıl toplumlarının ruhuna açılan nadir bir pencere sunmaktadır.

İbn Battuta, bir seyyahtan çok daha fazlası olan bir mutfak etnografıydı ve insanların sadece hayatta kalmak için değil, aynı zamanda kimlik, inanç ve aidiyetlerini ifade etmek için nasıl yediklerini, paylaştıklarını ve yiyecekleri nasıl anladıklarını belgeliyordu.

Toprak Sofrayı Şekillendirir

İbn Battuta’ya göre yemek toprakla başlar. Nil Deltası veya İran’ın Harezm eyaleti gibi verimli bölgelerde yemyeşil buğday, arpa ve pirinç tarlaları gelişen şehirleri beslerdi. Burada ekmek kutsaldı ve pazarlar hurma, incir ve mercimekle dolup taşardı. Ancak Arabistan’ın kurak çöllerinde veya Batı Afrika’nın Sahel bölgesinde hayatta kalmak uyuma bağlıydı. Vahalar ve nehir vadileri can damarları haline gelmiş ve Mali’de darı ve sorgum (kuraklığa dayanıklı tahıllar) günlük öğünlerin omurgasını oluşturuyordu. Arap Yarımadası’nda deve sütü ve hurma, göçebe kabilelerin uzun çöl yolculuklarında hayatta kalmalarını sağlıyordu.

Bu farklılıklar sadece açlıkla ilgili değildi; kültürel kimliği de şekillendiriyordu. İbn Battuta, Maldivler halkının neredeyse tamamen balık ve Hindistan ceviziyle beslendiğini, Orta Asya’da ise fermente kısrak sütü -kımız- temel bir içecek ve misafirperverliğin bir sembolü olduğunu belirtmiştir. Her bölgenin mutfağı, insanlar ve çevreleri arasında bir diyalog, dayanıklılık ve üretkenliğin bir kanıtıydı.

Güç Olarak Yiyecek: Ziyafetler ve Otorite Sembolleri

Hükümdarlık saraylarında yiyecek bir besin değil, bir sanat gösterisiydi. İbn Battuta, Delhi’den Kahire’ye kadar defalarca sultanlarla birlikte akşam yemeğine davet edildi ve bu ziyafetleri canlı ayrıntılarla anlattı. Delhi Sultanı Muhammed bin Tuğluk’un sarayında yemekler, baharatlı etler, safranlı pirinç ve gül suyu ve fıstıkla yapılan tatlılar içeren altın tepsilerde servis edilirdi. Bu savurganlık tesadüf değildi; bu bir güç gösterisiydi.

Bu ziyafetler sosyal hiyerarşileri pekiştiriyordu. Seçkinler özel odalarda yemek yerken, halk ayrı ayrı yemek yiyordu. Oturma düzenleri, servis düzeni ve hatta sofra takımlarının malzemeleri bile statü göstergesiydi. Sultanın sofrasına davet edilmek bir onur ve politik bir teveccüh göstergesiydi. Hükümdarların konuğu olarak statüsünden gurur duyan İbn Battuta bunu çok iyi anlamıştı: “Yemek sadece yenmez, aynı zamanda sahnelenirdi.”

Ancak yemek aynı zamanda meşruiyeti de simgeliyordu. Mali’de Mansa Süleyman, liderlerin ve halktan insanların birlikte yemek yediği büyük ortak yemekler düzenleyerek birliği ve hükümdarın insanların karnını doyurucu rolünü pekiştiriyordu. İslam dünyasında ise adil bir hükümdarın fakirleri doyurması beklenirdi; yiyecek dağıtımı ahlaki ve politik bir ritüel haline gelmişti.

Misafirperverlik: Bir Yemeği Paylaşmanın Mukaddes Görevi

İbn Battuta’nın yolculuğundaki belki de en çarpıcı tema misafirperverliktir. Arabistan çöllerinden Anadolu ormanlarına kadar, yiyeceklerin ücretsiz olarak sunulduğu evlere, kervansaraylara ve tekkelere defalarca hoş geldin denmiştir. Bu sadece bir nezaket değil, dini ve sosyal bir yükümlülüktü. Hz. Muhammed, “Allah’a ve ahiret gününe inanan misafirine hürmet etmelidir” demiştir. İbn Battuta için bu ilke her gün yaşanırdı.

Özellikle sufi dervişler, misafirperverliği manevi bir uygulamaya dönüştürdüler. Tekkelerinde, yolcular sadece açlığı gidermek için değil, aynı zamanda ilahi cömertliği temsil etmek için doyrulurdu. Toplu yemekler, yemek paylaşımının sosyal sınırları ortadan kaldırdığı bir ibadetti. Benzer şekilde, Kahire ve İstanbul gibi şehirlerdeki imaretler, yoksullara, öğrencilere ve hacılara ücretsiz yemek sağlıyordu. Hayırsever vakıflarla finanse edilen bu kurumlar, yemeği sosyal adaletin bir aracı haline getirmişti.

Ancak misafirperverlik, yemeğin ötesine geçiyordu. Yolculara yolculukları için sıklıkla hayvan, giysi veya erzak verilirdi. Bir deve veya bir torba tahıl hediyesi sadece pratik değildi; aynı zamanda bir güven, onur ve ittifak göstergesiydi. Bu cömertlik ekonomisinde, vermek kişinin manevi sermayesini artırırdı. Ne kadar çok verirseniz, itibarınız o kadar artardı.

Küresel Bir Mutfak: Ticaret, Lezzet ve Kültürel Kaynaşma

İbn Battuta’nın dünyası şaşırtıcı derecede birbirine bağlıydı. Aden, Hürmüz ve Dimyat gibi liman şehirleri, Çin’den Batı Afrika’ya uzanan geniş bir ticaret ağının merkezleriydi. Peki, bu rotalarda neler taşınıyordu? Sadece altın ve ipek değil; baharatlar, meyveler ve pişirme teknikleri de.

Güneydoğu Asya’dan gelen karanfil ve zencefile, Orta Asya’dan gelen kuru kavunlara ve Akdeniz’den gelen keçiboynuzu özüne hayran kalmıştı. Bunlar sadece ticari mallar değildi; aynı zamanda kültürel elçilerdi. Hint baharatları Arap yahnilerine, İran tatlıları Mısır pazarlarına ve Afrika darısı Türk köylerinde pişiriliyordu. Zanzibar gibi kıyı Svahili şehirlerinde, hindistan cevizi sütü, mango ve karanfil yerel malzemelerle harmanlanarak benzersiz bir füzyon mutfağı yaratıldı; ne tam bir Afrika ne de Arap mutfağı, ama yepyeni bir şey.

Dil, lezzeti takip etti. İbn Battuta, kebap, pilav ve biryani gibi Arapça karşılığı olmayan kelimeleri kaydetti. Bu kelimeleri benimsemesi daha derin bir gerçeği yansıtıyor: “yemek bir dildir.” İnsanlar baharat alışverişinde bulunurken, fikir, hikâye ve kimlik alışverişinde de bulundular.

Yemek ritüelleri: Kutsal efsanelerden günlük adetlere

Yemek aynı zamanda son derece manevi bir öneme sahipti. Halep’te İbn Battuta, kıtlık sırasında az miktarda sütü mucizevi bir şekilde çoğalarak tüm mahallesini doyuran dindar bir kadının efsanesini dinledi. Nesiller boyunca aktarılan bu hikâye, yemeği ilahi bir lütuf, inancın ve paylaşımın bir sembolü olarak çerçeveledi.

Dini bayramlar yemek etrafında şekillendi. Mali’de Ramazan Bayramı, aile ve yoksullarla paylaşılan zengin bir balık ve pirinç yemeği olan “thieboudienne” ile kutlanırdı. Kurban Bayramı’nda bir koyun kurban edilir ve eti üçe bölünürdü: Aile, akrabalar ve ihtiyaç sahipleri için. Bu ritüeller, yemek yemeyi bir minnettarlık, fedakârlık ve sosyal uyum faaliyetine dönüştürdü.

İnsanların yemek yeme biçimleri bile anlam taşıyordu. Hindistan’da yemekler, biyolojik olarak bozunabilir, sürdürülebilir ve tevazu sembolü olan muz yapraklarında servis edilirdi. Hükümdarlık saraylarında ise katı yemek protokolleri, yemekleri birer güç merasimine dönüştürdü. Hijyenle ilişkilendirilen sol elle yemekten kaçınarak sağ elle yemek yemek hem hijyenik bir kural hem de manevi bir uygulamaydı.

Sonuç: Lezzetle birleşen bir dünya

İbn Battuta’nın Rihla’sı bir seyahat günlüğünden çok daha fazlasıdır. Yemeğin insan hayatını nasıl şekillendirdiğine dair derin bir tefekkürdür. Onun gözünden, her yemeğin bir hikâye anlattığı bir dünya görürüz: toprak ve iklim, güç ve dindarlık, ticaret ve gelenek. Yemek, kimliğin bir aynası, diplomasinin bir aracı ve kültürler arasında bir köprüydü.

Küresel mutfağı hafife aldığımız bir çağda, İbn Battuta bize yemeğin her zaman güçlü bir bağ olduğunu hatırlatır. Uçaklardan ve internetten çok önce, lezzetler çölleri ve denizleri aşarak tüccarlar, hacılar ve meraklı seyyahlar tarafından taşınırdı. Ve bir sultanın sarayından bir çöl çadırına kadar paylaşılan her yemekte, insanlık “Hoş geldiniz” demenin bir yolunu buldu.

Bu, belki de en eski ve en evrensel tariftir.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.