Yine ekmek parasına canını bırakan kim bilir kaçıncı insan.
Maden ocağı diyoruz ya, sahi neydi ocak?
Kimi zaman bir ev, kimi zaman sıcak bir yuva, kimi zaman yerin altındaki bir haykırış…
Bizim de bu haykırışta yüreğimiz yandı.
Fakat bu hikaye nedense bana çok tanıdık geliyor.
Sanki bu bizim yüreklerimizin ilk yanışı değil gibi. Bir annenin de ilk yanışı değil, bir eşinde, bir çocuğunda, bir babanında ilk yanışı değil.
Öyle ki bir anne düşünün; evladı toprağa yâr olan.
Bir eş düşünün ekmek parasına canını bırakan.
Bir baba düşünün bir daha evladına asla sarılamayacak olan.
Bir yara düşünün merhemi, çaresi bulunmayan. Sahi biz kime neyi anlatacağız?
Biz bir ocak tütsün diye daha kaç ocağı söndüreceğiz?
Biz bu işe ne zaman dur diyeceğiz ya da susmamızın sebebi sıranın henüz bize gelmemiş olması mı?
Ama bunların hiçbirisi bizim için problem değil.
Bir başsağlığı dileriz olur gider. Boşuna dememişler: “Namazda gönlü olmayanın, ezanda kulağı olmaz” diye. İnsanların acılarına dokunmadan “insan” olmak bize göre değil.
Tüten ocak bizimse sönen ocakta bizim, yetim kalan çocukta bizim, akan gözyaşı da.
Ne hayatları, ne çamurlu yolları aştıkta geldik yardım etmek ve anlamak için.
Ama bizler şunu unutuyoruz ki önemli olan zora düşene yardım etmek değil.
Zora düşene herkes yardım eder.
Önemli olan zora düşürmemek. Önemli olan herkes olmamak.
Şöyle bir hatırlarsak ne demişti Türk’ün atası: “Ne verirsen elinle o gelir seninle”…