ük bir kayanın bağrına yaslanmış soluklanıyordum, dağa tırmanmak yormuştu beni. Kış mevsiminin geçmesine rağmen Aladağ’ın yamaçlarında yer yer kar vardı. Karların kenarlarında açan sarıçiğdemler, mor sümbüller, Aladağ’ın al bağrına ayrı bir güzellik katıyordu.
Aslında dağın tepesine çoban yıldızını daha yakından görmek için çıkmıştım, çoban yıldızı: gün doğarken ve gün batarken gözüküyordu. O benim sitarem di, parlaklığının ve beyazlığının müptelası olmuştum. Onu izlemekten ayrı bir zevk alıyordum.
Oldum olası merak etmişimdir evreni galaksiyi gece gökyüzünde parlayan yıldızları en çokta Venüs’ü (zühre). Okullar tatil olunca koyunları otlatmak için köyden yaylaya göç ederdik, babam çobandı bir yaz boyunca koyunları otlatır, annemde koyunların sütünden yağ peynir yapardı. Bu dağlar bizim geçim kaynağımızdı ekmeğimizdi. Üç kız kardeştik baban bize yıldızların isimlerini vermişti. Merih Zuhal Zühre… En küçükleri bendim; adım Zühreydi, belki de bu yüzdendi merakım yıldızlara bu yüzdendi tutkum Zühreye...
Yaylamız Aladağ’ın eteklerinde ikişer odalık kerpiçten yapılmış bir kaç evden ibaretti. Yaylamızın etrafında azda olsa meşe, çam ,ardıç ağaçları çalılıklar birde çeşmemiz vardı, şırıl şırıl akan, aktığı yere hayat götüren… Onun aktığı yerden beslenirdi nefes alan almayan her şey…
Kayanın sert bağrına yaslanıp hayallere dalmıştım annemin sesiyle irkildim dağ bayır beni arıyordu… Belli ki yine kızdırmıştım. Korkudan kekelemeye başladım. Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmıştı bile. Ağladığımı gören şefkat meleğim ses tonunu yumuşatmıştı; Böyle durumlarda en güzel silahtı gözyaşı… “Hadi, Bugün babanın yemeğini sen götüreceksin” dedi. Bu habere çok sevinmiştim bu sayede sabah göremediğim sitaremi akşam görecektim. Eve geldiğimizde babamın azık heybesini çoktan hazırlamışlardı ikindi üzereydi yaz mevsimi olmasına rağmen bizim buralar serin olurdu. Üşümeyeyim diye annem urbamın üzerine hırka giydirdi başıma da bir yazma bağlayıp yolcu etti beni…
Babamın yanına gidebilmek için tam üç tepe aşmam gerekiyordu. Dünyaya dair ne kadar güzellik varsa geçeceğim yollarda önüme serilmişti adeta… Yeşilin her tonu, esrarengiz kayalar, gürül gürül akan dereler, bu güzelliklere hayranlığın binlerce yıldır sürdüğünü anlatan tarihi yapılar…
Cennet burası…
Babamın yanına geldiğimde akşam olmak üzereydi… Koyunlar hafif hafif esen rüzgarın eşliğinde aheste aheste yayılıyor, boyunlarındaki tonguldağın çıkardığı seslerle dağlara beste yapıyorlardı.
Bugünkü azığımızda katmer yumurta ve yeşil soğandı… Babamın yanında doyurmuştum karnımı, yaylaya gitmek istemiyordum… Gün batımında sitaremi izleyecektim… Burası yayladan yüksekti ya yıldızlara değebileceğimi sanırdım, her çocuk gibi...
Babam görünüşte iri yarı pala bıyıklı kaba biriydi… Ama o kaba görüntüsünün içinde her baba kadar ince bir ruhu, yufka bir yüreği vardı… Yalvarmalarıma dayanamamıştı o koca yürek… İzin verdiğinde yanında kalmam için, dünyanın en mutlu çocuğuydum artık…
Güneş iyiden iyiye kaybolmuş, karanlık yüzünü göstermişti… Üşümüştüm… Üşüdüğümü anlayan babam çalılıkların kuytusuna otlardan doldurulmuş minderini açmış üzerine giydiği kepeneği benim üzerime örtüp beni minderin üzerine oturtmuştu. Ne üşüdüğümü önemsiyor ne de karanlıktan korkuyordum. Çünkü benim aklımda sadece çoban yıldızı vardı.
Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım yıldızımı görme umuduyla… Ama o daha gelmemişti… Hüzünlendim…
Seni görmek için dağlar bayırlar aştım. Dikenli yollardan geçtim doğ artık nur yüzlüm ışığından bir demet yap gönder yeryüzüne huzmelerinden taç yapayım saçlarıma…
Devam Edecek…