Çöğen kaz, kil kaz, çarığı ıslat, Sağırkaya’ya dikkat
Değerli okurlarım, sizlere eski yaşamlarımızdan bir hatırlatma yapacağım. Yine günümüzle kıyaslamanızı isteyeceğim.
Bugünden yaklaşık 69-70 yıl öncesine, kırsal ile şehir arasındaki irtibat ve günlük yaşamlardan kesitlere götürmek istiyorum.
Yıl 1956 yahut 1957 idi sanırım. Okulların kapanmasına az kalmıştı. Anacığım, öğretmenimden iki gün izin aldırdı. Mayıs ayıydı. Kıştan artan patates, soğan gibi fazlalıkları iki eşek yükü yaptı. Köye şehre (Konya’ya) gidecek birkaç köylümüze beni de emanet etti.
“Guzum, bu metaları sat. Evde ihtiyaç olanları da yazdım, paran yettiği kadar alıver. Yanındaki emmiler yol göstersin. Aman unutma, gelirken Çayırbağı’ndan elinle beraber becerebildiğin kadar killik’ten kil kaz, çuvala koy getir. Evde çamaşır sabunu azaldı, kille külle takviye yaparım. Çamaşırınızı yıkarım, başımıza da iyi gelir. Kille başımızı da yıkarız” diye tembih etti.
Ayağımda lastik ayakkabım vardı, yüzü yırtılmıştı. Anam iplikle diktiği için çok çirkin görünüyordu. “Ana, ben bu pabuçlarla şehre gitmem” dedim.
Bunun üzerine: “Öyleyse sana bu gece bir çarık dikerim. Hem hafif olur hem de herkesin giydiği şey, kimse gülmez” dedi. Akşamdan leğende ıslattığı eşek derisinden ayağıma göre ölçerek güzel bir çarık dikti, kenar iplerini bağladı.
Sonra da tecrübeli olduğundan tembih etti:
“Aman guzum, ortalık sıcaktır. Çileder çayına kadar pek sıkmaz çarık belki ama Karadiğin köyünü geçince Hese çayında mutlaka biraz ıslat çarıkları. Sonra bir de Beybes Köyündeki Akçeşme’de ıslatırsın. Seni şehre kadar rahat götürür. Ham deri kuruyunca ayağını sıkar, kanatır, yürüyemezsin” dedi.
(Zaten “Gün çarığı sıkınca, çarık da ayağı sıkar” diye atasözü vardır.)
Sabah erkenden erkek, kadın, genç, orta yaşlı köylülerle yola çıktık. Yolculuk iyi geçiyordu. Çarıklar hafifti. 6-7 km sonra Çileder çayına vardık. Vakit daha erken olduğu için ayağımda rahatsızlık olmadı. Yürüdük, Karadiğin köyünü geçtik. Hese çayına inerken anacığımın tecrübesi konuştu: Ayaklarım sıkışmaya başlamıştı. Hemen çaya girdim, 5-10 dakika durunca çarık ıslandı, rahatladı. Koştum, köylülerime yetiştim.
Çayırbağı ile Beybes arasında yol üzerinde büyük bir kaya vardı. Köylüler buraya “Sağır Kaya” derdi. Aslında kaya sağır falan değildi. Eskiler, şehre ilk giden gençleri denemek için oyun oynarlardı. “Sen şu kayanın ardında bekle, biz seni çağıracağız. Ama sen duymayacaksın çünkü bu kaya sağır” derlerdi. Acemi çocuk bekler, ses seda gelmeyince korkuyla koşup arkalarından yetişirdi. “O kadar bağırdık, duymadın” diye takılırlardı.
Bana da yaptılar ama ben babamdan çok dinlediğim için oyunu biliyordum. Onlara “tamam” dedim, sonra gizlice önlerinden koşup yolda bekledim. Hepsi, “Yahu çocuk orada kaldı, ayıp ettik” diye konuşurken birden yanlarında belirdim. “Ulen, geciktin, çok mu bekledin Sağır Kaya’da?” dediler. Ben de “Yok, hiç beklemedim. Ben biliyordum, siz görmeden koşup buraya gizlendim” dedim. Büyüklerden biri: “Maşallah, cin gibi! Dünyaya bir gelmiş, bir gitmiş sanki. Hepimizi uyuttu kerata, baksana” diyerek gülüştüler.
***
Başlıkta bir de “Çöğen” demiştik ya…
Beybes’te Akçeşme’ye geldik. Oralarda yeşillik, ot vardı. Hem hayvanlar yayıldı hem de biz çarıkları yine çeşme kurnasında ıslattık.
Bu arada yol boyunca yanımızdaki büyük abiler, emmiler ellerindeki keserlerle yol kenarındaki yeni yapraklanmış bağ puştalarının dibini kazıyorlardı. Derinden çıkan kalın kökleri demet yapıp merkeplerine sarıyorlardı.
Sordum: “Emmi, bunlar ne?”
Çoğu söylemedi ama yaşlı Ahmet emmi açıkladı: “Guzum, buna çöğen derler. Bunları şehirde helvacılara satarız. Senin iki yük patatesten fazla para eder.”
Onların hangi otların dibini eştiğini dikkatle takip ettim. O sefer değil ama başka zaman şehre gidişlerimde ben de keser taşıyıp daha çok çöğen kazmaya başladım.
Eskiden Konya’da helvacılık çok meşhurdu. Hele çöğen helvasının ayrı bir yeri vardı. Kırsaldan gelen köylüler, Aziziye Camii civarındaki helvacıları dolaşır, kim daha yüksek fiyat verirse onlara satardı.
Geçenlerde sosyal medyada Nuri ve Ahmet Çöğen kardeşlerin Aziziye Caddesi’ndeki dükkânlarının önünde keyifle otururken çekilmiş bir fotoğrafını gördüm. Hemen tanıdım. Çünkü ben de onlara çok çöğen satmıştım. Hatta Ahmet abi bana hep tolerans tanır, üç beş kuruş fazlaya alırdı çöğenlerimi.
Çöğen helvası ya büyük 18’lik tenekelere ya da 7-8 kiloluk alüminyum tepsilere konurdu. Düğün yapacak, mevlit okutacak köylüler ekonomik ve taşıması kolay olduğu için böyle ambalajlı helvaları tercih ederdi.
Çöğenler önce tertemiz yıkanır, uzun kökler küçük parçalara bölünür, büyük kazanlarda kaynatılırdı. Şırası alınır, onunla yapılan helvanın aroması ve tadı başka olurdu. Zaten tavaya basılmış helvaların yüzünde kibrit çöpü gibi çöğenler belli olurdu.
O helvaların yüzünü kapatan yağlı kâğıt da çok kıymetliydi. Köyde biri soğuktan ağrı çekse, analarımız o kâğıdı sarar şifa niyetine kullanırdı. Helva bitse bile o kâğıt saklanır, ihtiyaç olana verilirdi.
Anam, “Aman guzum, gelirken Çayırbağı’ndan kil kazmayı unutma” demişti ya…
İkindiye doğru Çayırbağı’na vardık. Herkes kilin yerini biliyordu. Merkepleri, şimdilerde evlerle dolmuş olan o boş arazilere yaydık. Daha önceden kazılmış çukurlar vardı. Acemiliğimi gören bir yenge: “Gel İsmaylım, şurayı kaz guzum” dedi. Kazdım. Allahtan yumuşak bir kil damarına rastladık. Bolca çıkarıp merkeplere yükledik, köye getirdik.
Anacığım sevinçten gözyaşı döküp bana dua etmişti.
Ah mübarek Konya! Ne güzel insanlara iyiliksever hanımlarına yurtluk yaptın. Ömür boyu bu kutsallığınla yaşa emi.
Sağlıcakla kalın.