Barut yapımında güvercinlerin önemi Baruthane hali

İsmail Detseli

Bu yazımda; 1960 sonrası ikinci sebze meyve hali olan Baruthane Hali, Deri Borsası, Verem Savaş Dispanseri, Necatibey İlkokulu Kızılay hastanesi ve Gevraki Hanı. Taş Han civarlarının 69 70 yıl öncesi durumlarını anlatmaya çalışacağım.

Bu başlıkta yazdığım yerler Konya’nın en mihenk (belli başlı) yerleri idi. Ticarethaneler burada, bakkal çakkal burada, ayakkabıcılar burada, alışveriş merkezleri buralarda, sanayiler buralarda, acenteler buralarda, Konya’nın en büyük kahvehanesi Camlı Kahve (Yaralı Mahmut’un kahvesi) burada, Çolak Arif’in Devasa kamyon tamirhanesi burada, yastıkçılar, yorgancılar, şimdi yeni yolun geçtiği dispanserin civarlarında; lokantalar, hanlar, oteller, buralarda, yani Konya’nın can damarıydı. En önemlisi ise Amele pazarı idi. Eski Garaj, Hâkimiyet okulu, Ayna, Mengene yolu, Üçler mezarlığı yanları, Saman pazarı civarı, bütün sanayiciler, tamirciler, Sarı Yakup civarında, Mengene caddesinde ve Eski garaj çevresinde idi. Melike Hatun Çarşısı (Gonyalıların deyimi ile Karılar Pazarı) bir tek şehirlerarası yol olan ana caddesi vardı.

Konya’nın Hâkimiyet okulundan güneye doğru devem edersen Karaman caddesi kuzeye doğru devam edersen İstanbul Caddesi.

Haa İstanbul Caddesi denince baya uzunca bir cadde düşünmek lazım. Hâkimiyet okulu karşısında doğudan batıya doğru 50-100 metre uzunluğunda bir dükkanlar kesimi var cepheleri güneye ve kuzeye bakar. Bunlar kara taşıtı kamyon taksi parçaları satan acentelerdi. İşte buradan başlayan İstanbul Caddesi eski İş bankası Kırmızı Kütüphane’ye kadar işyerleri, alışveriş yapılan o günün mağazaları, kitapçılar, Bedesten, ayakkabıcılar, bakırcılar, keçeciler, şekerciler, Helvacılar. Karılar pazarı civarındaki Amele pazarı, üzüm pazarları, buğday pazarı, saman pazarı, at pazarı, odun pazarı, gibi yerler. Yıkılan İş Bankasından kuzeye doğru İstanbul Caddesi devamında İsmet Paşa İlkokulu’na kadar zenginlerin entellerin oturduğu iki üç katlı apartmanlar vardı.

Hatta o zamanın meşhur belli başlı adres yeri olan Yıkama Yağlamaya kadar. Bu cadde üzerindeki Yıkama Yağlama denen yer; o kadar meşhur idi ki Altınekin (Zıvarık) Cihanbeyli ve kısmen Obruk Yöresi insanlarının çok ikamet ettiği bu yer verilecek ikamet adreslerinde baz alınan bir yerdi.

O civarda bulunan kahvede oturanların genelde birbirini tanıması ile aranan adrese çabuk ulaşılırdı. Daha bu caddenin devamında mahpushanenin ardından Karakayış’tan devam ederek musalla mezarlığı şehitlik ve Emniyet Müdürlüğü’nü (O zaman emniyet müdürlüğü yoktu)solunda bırakarak tarla ve bağların arasından kuzeye doğru uzayıp giden yolcu otobüslerinin, yük kamyonlarının İstanbul’a Kadınhanı Sarayönü istikametine doğru alıp giden yol.

Şayet şimdiki emniyet müdürlüğünü yine solunuza alıp sağa doğru devam ederseniz işte bu yolda sizi Ankara’ya ulaştırırdı. Akdeniz’e doğru Karaman ve Sertavuldan, Mersin ve Adana’ya gideceksen yol; Konya’nın güneyine akan Karaman caddesi, Hakimiyet okulundan başlar aynanın bulunduğu yerden Uluırmak Evdireşe,(yaylapınar) Karaaslan, Çatalhüyük öylece uzar giderdi. İzmir’e diyeceksiniz Şeker fabrikasının önünü takiben Göğüs hastanesi (şimdiki Meram Tıp Fakültesi) Akyokuş’tan Beyşehir, Eğridir, Isparta, Dinar, Aydın ve İzmir istikameti takip edilirdi.

Aksaray yolu şehirlere bağlasa da Karapınar-Ereğli yolu pek çıkmaz sokak gibi sadece ilçelere giderdi. Eee gelin bu açıldığımız şehrin içerisini dolduralım.

Konya’mız son 60. 70 yılda o kadar değişti ki akıl almaz büyüdü. 1995’te köyden bir akrabamızın genç kızı hastalanmış “onu bir doktora gösteriverin babası ile gelecekler yardımcı olun” diye telefon etti bir kardeşimiz. Bende hay hay dedim. Sabahleyin bizim köy araçlarını bazen açık kamyon bazen ufak bir köy otobüsü ile bu Kızılay hastanesi yani eski adıyla dispanserin yanı Taş Han’ın civarı diye bilinir eskilerce. Oraya geldiler onları alıp Nalçacı’daki Faruk Sükan Doğum ve Çocuk Hastanesine götürüyorum 50 NC kamyonumla. Kızın babası bana da azcık yandan bacanaktı merhum.

Bu adam yıllarca bu Taşhan civarlarına gelmiş Konya’nın hiç başka yerlerini gezmeden oradan alışverişini yapmış, satacağını satmış geri köye dönmüş olacak ki. O tarihlerde yaşı elliye yakın gençliğinde az bir İzmir’e gitme macerası dışında ara sıra ihtiyaç zuhur edince köyden Konya’ya, Konya’dan köye olmuş yaşamı. Tam Nalçacı’ya doğru aracımla yürüdük. Şöyle aracın camından dışarıya doğru Hayretle baktı ve hemen bana dönüp. “Yahu bacanak yanlışlıkla biz İzmire’mi geldik yoksa, buranın apartumanları aynı İzmir’dekilere benzeyyor” demez’mi? Gerçek’mi diyorsun sen dedim, “valla oraya geldik herhalde baksana Gonya’da böyle yerler var mı?” diyordu. İşte Konya böyle bir Konya olmuştu.

Şimdi eski Konya’nın alışveriş merkezi dışarıdan gelen kırsal insanlarının istirahatgah yeri olan hanlardan ve bu yöreden yani Baruthane halinden biraz bahsedelim.

Bu semt neden baruthane:

Bu semtin barut hane diye anılması burada bir güherçile yani barut fabrikası varmış ama Osmanlı zamanı ama Selçuklu zamanı onun tarihini bulamadım. İsterseniz güherçileden (Konya ağzıyla göğerçile) biraz bahsedelim. Bizim köyümüzdeki kaya oyması inlerde bu madde kendiliğinden oluşurdu. Rutubetten, nemden ve kaya kütlelerinin erimesi ile oluşan bu maddeyi eskiden köyümüzde baruta bile çevirenler vardı. Bunları bu rutubetli inlerin duvarlarından itina ile sıyırıp bir kaba dolduruyorlardı. Benim çocukluğumda onu büyükçe bir leğene ıslatıp bekletirlerdi, ardından suyun tabanına çöken bu tortunu su yüzüne çıkan pislikleri alındıktan sonra tekrar sulandırıp bir ince tülbentten süzerlerdi. Ardından kurutulan bu maddeyi söğüt ağacının yanmış kömürünü toz hale getirip ikisini karıştırarak taş bir dibekte vurarak değil çevirerek döverlerdi. Tekrar bu işlemden sonra kurumaya bırakılan nesne daha sonra ateşlenmeye hazır hale gelirdi.

Adına da kara barut veya döğme barut denilirdi. İşte burası demek ki daha teşekkülü bir fabrika imiş ki buraya Baruthane ve burada kurulan iş yerlerine Baruthane hali, Baruthane civarı ya da Baruthane caddesi yanı diye ad verilirdi. Burada Kızılay Hastanesinin batısında. Necati Bey İlkokulu vardı. Yıkıldı, şimdi burası park oldu. İşte burada büyük bir Han vardı. Adına Taş Medrese yahut Taş Han denirdi. Tabi buralarda çok hanlar vardı, ben bu hanların çoğunda bazı geceler yattım ve merkeplerimi bağladım ahırlarına. Kızılay hastanesi doğusunda Gevraki Hanı, Sulu Han Rahmi’nin hanı, Mezarlık hanı, Kara Mustafa’nın Hanı, Bozkır Hanı ve Beyşehir Hanı Yeni Han gibi birçok han vardı. İşte buraların o yıllarda insan ve hayvanların istirahat için önemi çoktu. Ben 1957-60 arası bu hanlarda çok yattım eşeklerimi ahırına bağladım hatta hanın iç kısmında otel olarak kullanılan iki üç kişilik odalarda çok yattım. O yıllarda Türk Anadolu köylüsü insanların çok lüks değil de normal yaşamı bile yok hep yokluk kıtlık zorluklar içerisinde idi yaşamları. Sebebi ise Osmanlı’dan artık kalmışlar yılların verdiği savaşlar neticesinde halk yorgun düşmüş, tarım gelişememiş, kara sabanla ekim dikim, orakla hasat, öküzle düğenle harman sürmek. İşte bu zorlukların verdiği yaşamın her katmanına karşı yinede azimle ayakta durmaya çaba gösteriyordu ülke insanları.

Bilhassa Konya’nın dağ köylüleri. İşte hanların toplu odalarında kısık bir ışık altında yöre yöre köylüler her bireri bir han odası köşesinde sırtlarında ya bir eski askeri palto(kaput) yada var ise keçe kepenek cinsinden bürümcek. Öyle çalışmak çok ama alabildiğine gıda almak giyim kuşam da yok.

Çünkü evinin horantasını kıt kanaat geçindiriyor babalar, analar. Handa her yöreden köylüler toplanır ya odun satmıştır ya patates soğan gibi bir şeyler satmıştır. Köyü’nede harçlık götürmek gerekir zor durumlar için, lokantaya gidip keyfi yemek yese ağır, pahalı gelir. Aralarında benim gibi ayağına çabuk gençler var ise yeni şehre gelmiş hevesli onu Kadınlar Pazarı civarındaki lokantaya gönderip ısmarış (Sipariş) yaptırırlardı. Örneğin ben lokantaya giderdim; Emmi, Karamustafa’nın hanındaki böyük odada Gilissiralılar var onlar 10 kişilik bulgur pilavı isteyyor. Yada 8 kişilik tirit isteyyorlar ekmek getirmeyin sadece kaşık koyun yemeğin yanına derdim biraz sonra lokanta çırağı elinde koca tencere veya kocaman mertabanı (Geniş tepsi) ile gelir Gilissiralılar hangi odada diye soruşturup, pilavınızı getirdim buyurun der. Parasını alır giderdi sonrada gelip boş kabını götürürdü. İşte yaşam buydu. Bütün alışveriş yapan insanlar malını satmak için gelenler, buğday saman getiren kervanlar bu yöreye iner, buralarda konaklarlardı. Bu 1950’lerde hızlı idi ama sonraları daha azalarak 1975’lere doğru bu özelliğini kaybetti. İşte sonradan matbaacılar olan bu baruthane hali 1959’dan sanırım 1979-80’lere kadar Konya’nın en büyük hali olarak hizmet verdi. Bu halin uzunluğu şimdi balıkçılar olarak bilinen yerden Karakurt caddesine kadar uzanırdı. Bu cadde üzerinde Karakurt hazretleri diye bir yatırın olduğunu ve dispanser yanından geçen çift yönlü yolun üzerinde de Gevraki Hoca merhumun mezarı bulunduğunu hatırlatalım.

Bu halin genişliği ise doğusunda giriş kapısı deri yün borsası dispanser ve Taş hana bakarken batısı ise Baruthane caddesi olarak bilinen Hacıfettah mezarlığına kadar uzanan caddeye çıkardı. Zaten Hacı Fettah mezarlığını güney kısımlarındaki Paşalı Köprü’den ileride pek bina yoktu. Paşalı Köprü’yü Karaman Caddesine bağlayan Çaybaşı mahallesi eski ancak oranın güneyindeki Topçu parselleri, Maraş caddesi boyunca Aymanas’a kadar Yüzbaşı parselleri sonradan iskan edilen yerleşim yerleri idi. Şimdi yine bu günkü Kızılay Hastanesi’nin doğusundaki Han özelliğini kaybetmiş olan Gevraki Hanı’nın olduğu yerlerde şimdilerde kırsal dağ köylerinin tarımsal ihtiyaçlarını karşılayan saban demiri pulluk bıçağı yapanlar yahut onları yivleyenler yani körük ateşinin altında demire çelik ekleyip sivriltip toprağın derinine batarak torağın karnının deşmesini sağlayanlar. Azgın hayvanların ahırda arazide zapt edilmesini sağlamak için ucu örklü zincir başlarına yular ağızlarına gem yapanlar, hayvanların ayaklarına çakılan nal ve mıhları satanların çok olduğu görülürdü buralarda.

Bundan 15 .20 yıl kadar önce Gevraki Hanı’nda çeşitli işler yapan esnaflar ile han ve yöre hakkında bilgi edinmek için gittiğimde buranın en eski bilge esnafı İrfan Gedikgili olduğunu duyup yanına vardım. Buralar ve Gevraki Hoca hakkında sorularımı sıralayınca İrfan abi (merhum) celallendi ve dur bakalım sen bu bilgileri alıp da ne yapacaksın? “Yazacağım gazetemde” dedim. “Olmaz sen para gazanacaksın ben çenemi yoracağım, aldığından bana da pay verirsen anlatırım” diye espri yaptı ve bu işlerin gönül işi, merak işi, olduğunu bir kazancı olmadığını söyleyince başladı anlatmaya.

“Gevraki Hocaefendi, çok bilge bir zatmış, bu kadim Başkent koca şeherde müftülük yapan bu bilge kişi askerliği sırasında bir suça karışmış ceza almasına ramak kalmışmış bunun iç ve özünü iyi bilen komutanları dini hizmet yapması karşılığında buna teskere verip göndermişler bu muhterem zat da ömrü hitamına kadar medrese ve diğer dini kuruluşlarda Allah yolunda hizmete devam etmiştir” diyerek devam etti. Bu hanı (Gevraki Hanı) çalıştırırken aslen yöre olarak Seydişehir’in Gevrekli kasabasından olduğu için bu dağ yöresi insanları hanında yatmayı ve parayı bu Hoca Efendiye vermeyi yeğlerlermiş. Bir gün çocuk okuttuğu medrese maddi yönden zora düşünce hanı satıp o medreseye harcamış parasını, sonra durumu düzelince hanı tekrar almış dedi. Son olarak bir anı anlattı ki çok manidar bir hatırat idi bence.

“Hoca Efendi bir gün çarşıdan bol miktarda sebze ve meyve alıp Hacı Fettah Mezarlığı civarındaki oturduğu evine götürüp eşine teslim eder. Bir veya iki gün sonra yine bir kuşluk vaktinde istirahat etmek için evine gider ve eşinden biraz meyve getirmesini söyleyince eşi evde hiç meyve kalmadığını söyler. Bir gün önce getirdiği onca meyvenin nasıl tüketildiğini sorar eşine. Aslında biraz müsrif olan muhtereme hanımının ahlakını bildiği için deneme niyetindedir hoca. Hanımı şöyle der getirdiğin üç parça sebze meyvenin hesabını sormak sana yakışıyor mu, arkadaşlarımı topladım yedik bitirdik. Cevabını alınca hoca bu söze karşı çok mahzun olur ve evi o anda terk eder bir daha evine gitmez vefatına kadar handa kalır vefatı da o bu handa olmuştur” demişti. İrfan ağabey merhum. Bir yıl önce tekrar gidip sorduğumda İrfan abinin vefat ettiğini dükkânı çalıştıran oğlundan öğrenmiştim işte dünyada fanilerin sonu budur Allah rahmet eylesin.

Burada babam merhumdan dinlediğim bir eski Konya hatırasının anlatayım. Merhum köyden odun getirmiş merkepler ile odun pazarında satamamış mahalle arasına çıkmış. Oduncu geldi oduncu meşe odunu satıyorum diye bağırıyor. Bir apartmandan bozuk bir Türkçe ile bir bayan seslenmiş. “Oduncu!!!” Buyur apla demiş babam. “Odunun yükü kaç para?” 2.5 lira apla, “yık kapının önüne.” Odunu babam yıkmış bekler kimse inmiyor oduna sahip olmuyor. Babam kapıyı çalmış kadın çıkmış ne istiyorsun? Apla odunu yık dedin yıktım bekliyorum geç kaldım ben daha köyüme gideceğim.

Yok, Gardaşım ben demedim. Dedin apla odun kaç para 2.5 lira dedim yık dedin yıktık ayıp değil mi beni zenklenimiyorsun? (Eğlenmek) Kadın haa demiş o geveze kuş söyledi öyle ise, deyince babam iyice kızmış kadın kafes içerisinde aşağı indirdiği papağanı babama gösterip. Kuşa sen mi yıktırdın bu adama odunu deyince kuş evet der. hiç konuşan kuş görmeyen babamın şaşkınlığı bir kat daha artar babacığım hem anlatırdı bu olayı hem gülerdi oğlum şeher yerinin Guşları filan Gonuşur derdi. Düşünürdük. Okuyun sağlıcakla

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.