09.06.2021
Alexander Hirsch
Çağdaş İngiliz şair Denise Riley, yası ‘’amansız durağanlığa’’ bir yanıt olarak tanımlar. Riley için yas, yeterince yıkıcı bir süreç olduğunda, kaybın, zamanı durdurduğu ile ilgilidir. ‘’A Part Song’’ (2012) adlı şiirinde yasın sebep olduğu ‘’zamanın durduğu hissini’’ etkileyici bir biçimde anlatıyor;
Amansız bir ışıkta zaman durmuş
Martılar artık uçmuyor
Camsı denizin dalgaları katılaşmış
Suları parlayan ışığa yaslanmış
Asla çarpışmıyorlar
Gök yeşili iplere sımsıkı asılmış
Güçlü ve pırıl pırıllar
Bu akış mühürlenmeli ve dengede olmalı
Sadece durağan olmalı
Boşlukta durmalı
Riley’nin şiirinde doğa, John Milton’un Lycidas (1638) adlı eserinde‘’nergislerin bardakları gözyaşlarıyla doldurduğu’’ gibi yalnızca tanık olup empati kurmaz. Aksine Riley’nin şiirlerinde doğanın tamamı, durmuş zaman tarafından ele geçirilir- martının kıvrılması, denizin cam gibi donması- ve sanki dünya felç olmuşçasına hareket halinde olması gereken her şey durur.
Kayıplara tepki olarak ortaya çıkan yas, Riley’in tanımladığı çıkmazlardan daha fazlasını içerir. Yas, kaybedilene takılıp kalmaya sebep olsa da aslında kaçırılan zamanı geri kazanma girişimidir. Zamanı kaçırmamak ve yaşanılan kayıptan sonra tekrar hayata karışma gibi canlandırıcı bir arzu tarafından yönlendirilir. Bu anlamda yas, yaşamı çevreleyen ve destekleyen koşullar hasar görüp bozulduğunda kişiyi ileriye taşıyacak yollar arar. Yeniliğin yeniden düşünülebilir olduğu bir zamanda, elden kaçmış olan zamanı yerine koymaya çalışır. Yas, kayıptan sonra yeni bir başlangıç için zemin hazırlamaktadır. Aynı zamanda, mucizevi bir biçimde tüm dünyayı yeniden döndüren bir girişimdir.
Hayata geri dönme isteğiyle beraber var olan yas, aslında özgürlük için bir fırsat sunar . İki kavram arasındaki bağlantı, okurları şaşırtabilir çünkü, yas genellikle kayıp yaşayan insanlar tarafından üstlenilen mahrem bir süreç iken, özgürlük, kamusal alanda harekete geçirilen kolektif bir çabanın altını çizmektedir. Ancak özgürlük, kendi içinde kendini açıklayan veya üniter bir kavram değildir. Yani hem sosyal formları hem de öznel deneyimleri içerir. Filozof Isaiah Berlin, en ilham verici özgürlük teorilerinden birini ortaya koymuştur. Berlin’e göre özgürlük ‘’olumsuz’’ ve ‘’olumlu’’ olmak üzere iki formda bulunabilir. Negatif özgürlük, bir dizi kısıtlayıcı engelden kurtulmaya odaklanır ve bu nedenle müdahale veya kısıtlama olmaksızın deneyimlenir. Buna karşılık, pozitif özgürlük arzu edilen bir durumun varlığını vurgular.
Her ne kadar özgürlüğün pozitif ve negatif kutupları kabaca tanımlanmış olsa da, Berlin yine de önemli farklılıklarına dikkat çekmiştir. Ona göre özgürlük, ya ‘’özgür saltanat’’ olarak kavramsallaştırılır- böylelikle müdahale etmeme alanı ne kadar geniş olursa, özgürlük o kadar sağlam olur- ya da kişi kendi kaderini tayin eder. Ya engellerle dolu bir dünyadan kaçmakla ilgilidir ki bu durumda özgürlük’’ bir şeyler yapabilmekle’’ilgilidir ya da kendi kendimize farkına varmamız gereken ve kaderden daha etkili bir kapasitedir.
Yas, pozitif ve negatif özgürlüğün bir karışımı olarak karşımıza çıkar. Kayıptan kurtulma duygusunu açığa çıkarır ancak aynı zamanda, insanın kendisine yatırım yaptığı yeni bir projenin temellerini atar. Yitirilmiş zamanı (negatif özgürlük) kapsıyor olsa da, her zaman ileriye doğru bir yol arar (pozitif özgürlük). Bu ileri yönü takip etme fırsatı, kaybedilen zamanın kesintiye uğramasıyla ön plana çıkar.
Psikanalist Hanna Segal, yas konusundaki çalışmasında şu cümleleri kullanmıştır:
İçimizdeki dünya sevgisiz kaldığında, sevdiklerimiz artık yanımızda olmadığında, bizler çaresiz ve umutsuzluk içinde olduğumuzda- işte o zaman dünyamızı yeniden yaratmamız, parçaları yeniden birleştirmemiz, ölü parçalarımızın içine hayat aşılamamız gerekir.
Yas, böylesi bir yeniden doğuşun ilk adımıdır ve yaşanılan kayba yaratıcı bir biçim verir. Bu nedenle yas kaybedilenin kaybedilmesinden çok daha fazlasıdır. Amerikalı eleştirmen Harold Bloom’un belirttiği gibi yas, daha coşkulu bir yaşamın kapısını aralar. Mümkün olanı daha geniş haliyle fark etmemizi sağlayarak, şimdiki anın değerini daha çok bilmemize sebep olur. Bu anlamda yas özgürlük için bir fırsat sunar.
Yas hakkında yazılmış bazı ünlü eserler, bu ifadeleri daha canlı kılıyor. Abraham Lincoln’un 1863 yılında Gettysburg hakkında yazdığı ağıt yalnızca Amerikan İç Savaşı sırasında kaybedilen canlar için yas tutmakla kalmadı, aynı zamanda bu ölümleri Cumhuriyetin yeniden doğuşu gibi yüce bir sonuca zemin hazırladığını ifade etti. Lincoln, Gettysburg Savaşı’nda hayatlarını verenlerin, geride kalanlar kendilerini ‘’özgürlüğün yeniden doğuşuna adadıkları sürece’’ bunu boşuna yapmış olmayacaklarını savundu. Kayıpları bu şekide ele alan Lincoln, yas ile özgürlük arasında açıkça bir bağlantı kurmuştur. Gettysburg Pensilvanya’daki can kayıplarının yasını tutarken, halk için özyönetimin tehlikede olduğunu savunarak pozitif özgürlüğe başvurdu. Aynı zamanda özgürlük içinde tasarlanmış yeni bir ulus’u savunarak ta negatif özgürlüğe başvurdu. Özgürlük ve yas ile ilgili olan bu sesleniş, Lincoln’un vaat ettiği başlangıcın zeminini oluşturmakla birlikte, ulusu için canını verenlerin yasını tutar.
Trajik koşullar altında, geçmiş unutulmaz ve affedilemez olabilir ve tam da bu nedenle insanlar kurtuluşun sorumluluğunu üstlenmek istemeyebilir. Ama buna rağmen ve bu yüzden yas bizi yeniden yaşamayı hayal etmeye davet eder. Yası bir yatırım projesi olarak kabul edersek, bu projenin gelecekle kayıplara yol açmayacağının garantisi olamaz.
Yas, yeniden bir doğuşa sebep olabilir ancak bu sıkıntılardan arınmış bir varoluşu beraberinde getirmez. Yas karanlıkta bir sıçrama olabilir ancak karanlığa doğru bir sıçrama değildir, özgürlüğe doğru bir sıçramadır.
Prof.Dr. Kemal SAYAR