Hangi sene olduğunu bilmediği bir Şubat akşamıydı. Müthiş bir ayaz vardı, yoğun kar yağışı ardından don a çekmişti. Gökyüzünde bir tek bulut yoktu. Hayatında ilk ve son kez göreceği bir mucizeye şahitlik ediyordu Züleyha’nın gözleri. Yıldızlar yeryüzüne hiç bu kadar yakın, bu denli parlak olmamıştı, elmasmışçasına. Kaskatı kesilen vücuduna aldırmadan bu muhteşemliğe kendini kaptırıyordu Züleyha. Dişlerinin birbirine vurarak çıkardığı sesle kendine gelse de gözlerini ayıramıyordu Rahman’ın doyumsuz lütfundan. Orada olmak istiyordu, yeryüzünden olabildiğince uzaklaşmak. Uzatıyordu ellerini sanki tutacak kadar yakın duran yıldızlara. Ayın dolunay oluşu dahi bir başkaydı, hiç bu kadar büyük ve parlak değildi. Biliyordu, değildi. Çünkü her gece ağlarken gökyüzüne bakıyordu Züleyha, hiç böyle muazzam bir güzelliğe şahitlik etmemişti gözleri.
Züleyha henüz 12 yaşında kahverengi saçları belinin altında, siyah gözleri yüreğinde yeşerttiği umut tohumlarından beslenircesine ışık saçıyordu yaşatılan hayata rağmen. Biyolojik babası alkolik, amcası Ebu Leheb, halası ise kobra yılanı gibiydi. Züleyha o ailede sadece bir sıçandı, başı her fırsatta ezilmesi gereken. Nedenler halası ve amcası için çok fazlaydı, baba için ise bir nedene dahi gerek yoktu. Baba polisliği alkol nedeniyle bırakmış, kolonya dahil kendisini sarhoş edebilecek her şeye açıktı.
Züleyha psikolojik olarak bitmenin eşiğindeydi: tek düşünebildiği şey ölmekti. Hayat onun için şiddetten ibaret hale getirilmiş açık hava ceza eviydi. Köle gibi çalıştırılıyor, stres topu gibi fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalıyordu. Hafızasında uğradığı şiddetlerin hatırası vardı, ama nedenine dair cevabı yoktu. Kalbinde iman olan bunları yapamazdı. Züleyha kendisine yaşatılan travmaların izlerini taşıdığını her fark edişinde “iyiki cehennem var” diyordu.
Züleyha bugün kendisine soru sorulmasından neden hoşlanmadığının nedenini paylaştı benimle. Anlatırkenki vakarı beni çok etkiledi, resmen savaşta alınan esirlere uygulanan psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalmıştı küçücük bedeni. O ise hamd ediyordu tebessümle, “ödülü büyük oldu bana, üzülme” diyordu ve başlıyordu anlatmaya...
Baba ağır alkolikti bulduğu her fırsatta her kuruşta gider içki alır içerdi. Bazen de zalim köy efradından bazı kişiler evde huzursuzluk yapsın diye içirirlerdi, hoş ayıkken de pek bir farkı yoktu ama içince kuduz köpek görünümünde olurdu. Gözleri kan çanağı ağzından ve burnundan salyaları akardı. Tabi leş gibi olan kokuyu atlamamak gerekir. Onun içtiği ev halkı tarafından fark edildiğinde diğer dayakçılarım o gün dövmezlerdi. Bilirlerdi ve bilirdim beni bekleyen çetin sınavı. Birkaç kez intihar girişimlerim de olmuştur, Allah affetsin. (Gözlerinden akan yaşları siliyor)
Önce psikolojik şiddetle başlardı. Yere oturur beni de dizini dizime değdirir sonra burnunu burnuma dayar, alnı alnımda başlar sormaya. Örnek: neden sinek buradan uçtu? Cevabını bilmiyorum, ve neden, niye, nasıl gibi onlara dayanan soru kümesi geliyor art arda. Verecek cevap yok ama vermeni isteyen vahşi, ürkütücü bir varlık var karşında. Akan salyaları ağzıma sıçrıyor, gözlerinden gözlerimi kaçırmak istiyorum ama nafile, kafama aldığım yumruk darbeleri beynimi oynatıyor. Bu işkencenin süresi yok, ağlamak yok, hareket etmek yok, nefes almak yok vermek yok. “Göğsüm daralıyor” diyor ve susuyor Züleyha. O anı tekrar yaşıyor bütün bedeni titrer halde, Kendini toparlıyor gittiği o sahneden kendisini çekiyor. Bana neden öyle işkence ettiğinin cevabını şimdi verebiliyorum kendime diyor ve ekliyor: o polisti, sorgu metotlarının birçoğuna vakıftı, beni delirtmek istiyordu. Bütün çabası bu yöndeydi, çünkü bu yönteme yakın üslubu ayıkken de yapıyordu bana. Bu sadece sarhoşken “bilmiyordum” diyebileceği bir şey değildi...
“O güne gitme imkanın olsaydı neyi değiştirirdin” diye sorduğumda cevaben o adamı öldürmek isterdim demesini bekliyorum fakat o Züleyha’ya sarılmak istediğini, onu o zulümden çekip çıkarmak istediğini anlatıyordugözyaşlarıyla. Belli ki Züleyha şefkate çok muhtaçmış, diyorum, tebessüm ediyor Züleyha. Şefkati sadece hayvanlardan görüyordu. İnsanlar çok zalimdi...
Yarasını bilmediğimiz insanlara istemsizce sorular sorarız, ama hiç düşünmeyiz, yarasına dokunur mu? Gönlü incinir mi? Yorgun mu? Anlatmak istiyor mu? Bizim için oldukça masumdur bu sorular, muhatabımız cevap vermek istemez ise bir güzel kızarız ardından. Ne var canım, ne sordum ki? Alt tarafı şu dedim bu dedim...
“Merak etmediği, dert etmeyeceği halde nasılsın diye sormak münafıklık alametidir” der İmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh.
Bir yerde okumuştum “Nasılsın?” diye sormak, söyleyecek sözü olmadığından vakit kazanmak istemekmiş. Öyle ya, “nasılsın”la başlar hep sohbetler. Aslında “nasılsın” ile kurulan cümleler masum, onun ardından gelen soru kümesi yorar insanı.Bence nasılsın ile kalmalı sohbetteki soru işareti ile biten cümleler. Sınırları çizilirse ve sohbetin adabı bilinirse kurulan ilişkinin, ne yorulur insan insandan ne de yaralı bir gönlü darlar üslubun. Bir Züleyha yarası taşımıyorsan şükret, şükrederken tefekkür etmeyi sakın ihmal etme. Tefekkür et ki masum gibi görünen yaralayıcı soruların olmasın. Bir insanı tanımak istiyorsan ona okumaktan hoşlandığı kitaplardan sor, gezmek istediği yerleri sor, hangi filmleri izlemekten hoşlanırsın de, en çok güldüğü espiriyi sor. Hiçbir şey bulamıyorsan dünya gündemi hakkında düşüncelerini sor.
“Evli misin?” “Hayır boşandım.” “Vah vah olur böyle şeyler kader ne yapacaksın. Neden boşandın? Çocukların var mı?” Sonra yorum: “vah vah keşke sabretseydin, çocukların varmış” gibi devam eden, sonunda akıl verilmeye çalışılan sohbetler sadece yaralar. Akıl verirken o insanın her yolu denemiş olma ihtimalini gözden kaçırmamak gerekmez mi? Ayrıca bir insanın mahremine girmeye ne hakkın var. İlla “sana ne?” diye bir cümle kurulması mı gerekiyor? Bir insanı üzerimize vazife olmayan sorular ile bunaltmanın ne tür bir açıklaması olabilir.
Yukarıda verdiğim küçük bir örnekti bunun gibi birçok örnek verilebilir ne yazık ki.
Dünya nasip yurdudur. Evvela insanlıktan nasibimizi almalıyız.
Derdi deşmeden, derman olmayı denemek ahlak sahibi insanlar olmanın en faziletli yoludur bence.
Gereksiz merak ancak ahmaklıktır vesselam.