Bir uyarıydı aldıkları.
Bu uyarı önemliydi çünkü Peygamberleri Musa’dan geliyordu:
“Ey kavmim, Allah'ın size verdiği nimetleri hatırlayınız.”
Mevzubahis olan kendilerine karşılıksız verilen nimetlerdi. Bu uyarılara dikkat etmek, nimetin kadrini anlamak için de çok önemliydi.
Rahmet sahibi yaratıcı neler vermemişti ki? Bütün isyanlarına, yıkıcı kibirlerine rağmen onlara rahmetini kesivermemişti.
“Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi.” (Mâide, 5/20)
Bunlar önemsenmeliydi. Dikkate alınmalıydı akıl sahipleri tarafından. Bir uyarıydı bu, bir hatırlatma…
Peygamber uyarılarına devam etti. Çünkü onun görevi uyarmaktı, sakındırmaktı, korkutmak ve müjdelemekti:
“Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” (Mâide, 5/21)
Bir yol görünüyordu onlar için, yurt olarak belirlenen topraklara uzanan bir yol...
Allah'ın kendilerine verdiği bunca nimetlere rağmen içleri fokur fokur isyan kaynıyordu. Karşı gelmek, itiraz etmek ve kabullenmemek adeta karakterleri olmuştu. Ruhlarına işlemiş olan isyankârlıklarını bir şekilde ortaya koyacaklardı. Belki de bunu masumane düşüncelerle ifade ederek, gerçek niyetlerini gizlemekle geçiştireceklerdi.
Öyle de oldu.
Biz gitmeyiz demediler, ama bahanelerinin ardı arkası kesilmedi.
“Dediler ki, “Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.” (Mâide, 5/22)
Kendilerinden beklenen bu ilahi isteği itirazsız bir şekilde kabullenmek olmalıydı.
Ama olmadı, beklenen yine gerçekleşmedi. Uyduruk sebepler üreterek istenen emri savsaklamak istediler.
Sanki sadece onlar akıllıydı. Dünyanın en akıllı insanları onlardı. En iyi düşünceleri de onlar üretirdi. Yine öyle yaptılar.
İçlerinden bazıları gerçeklerin farkındaydı. Geçmiş ümmetlerin başına gelenlerin kendi başlarına gelmesini istemiyorlardı. Bu kavmin Allah’ın nimetleri karşısında sürekli isyan etmesi, gerçeklerden uzak kalmayı yeğlemesi, gerçekten iman etmiş olan bu birkaç kişiyi rahatsız ediyordu.
İman etmiş olanlar, isyan halindeki kavme nasihat etmeye çalıştılar. Olacakların farkında olarak inanmış bir şekilde zorbalardan çekinmeden cesaretle uyarmaya çalıştılar.
Allah’tan korkan ve O'nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki:
“Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer müminseniz sadece Allah'a dayanınız.” (Mâide, 5/23)
Allah’a dayanmak, ona güvenmek için yeterince sebepleri vardı. Gözleriyle inanılmaz mucizeleri görmüşler hatta yaşamışlardı. Denizin önlerinde yol oluşunu izlemişler kalplerini durdururcasına heyecan duymuşlardı. Nerdeyse nefesleri kesiliverecekti. Nice sihirbazların iman etmesini sağlayan Musa peygamberin elindeki asa ile göstermiş olduğu mucizeleri görmüştü de gözleri fal taşı gibi açılıvermişti. Çölde gökten inen sofra karşısında da acizliklerinin farkına varmışlardı…
Buna rağmen hemen unutuvermiş gibi davranarak kalplerindeki kötülükleri ortaya çıkardılar ve dediler ki:
“Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen ve Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.” (Mâide, 5/24)
Buna ne denebilirdi ki?
Umarsızca söylenen sözleri kulakları işitmiyor olmalıydı.
Küstahlıktı yaptıkları...
Alaycı bir yaklaşımdı tavırları…
Bu alaycı yaklaşımın altında korkaklıkları yatıyor olmalıydı.
Korktular, korkularını itiraf etmek yerine küstahça bahaneler uydurup söylediler. Önlerindeki tehlikeden korktular ve ayak direterek, bir adım bile ilerlemediler.
Musa Peygamber, her zamanki duruma düşmüştü yine. Onların hürriyetleri için ilahi buyrukla yola çıkmıştı. Onlar içindi bütün çabası, gayreti, zahmete katlanması…
Onlar yine aynıydı; itiraz, isyan ve karşı duruş...
Bu durum, Hazreti Musa'nın yolculuğunun sonuydu. Kavmini kölelikten kurtarmak için gösterdiği büyük gayretlerinin, zorluklara katlanarak girdiği uzun seferinin ve Yahudilerden gördüğü kötülüklere, sapıklıklara ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın sonu!
İşte onlar yine şaşırtmadı. Vaat edilen büyük nimetlere erişmek için gereken iman, sabır ve sonuçta zafere ulaşmaya niyetleri yoktu. Kapısına kadar geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah'ın Yahudiler ile yaptığı anlaşmasını bozmaktan geri durmadılar. Bu kadar dolaşıp durmalarının sonunda elde ettiği neticeydi yaşadıkları.
Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacaktı?
Bunca yıl, bunca zaman, bunca emekten sonra peygamber de olsa zor durumda hissetti kendisini. Ve Allah’a iltica etti. İçini ona döktü. Çaresizliğini ona fısıldadı. Başarılı olamamasının sıkıntısı diline yansıdı. Elem dolu, sığınma ve teslimiyet dolu bir dua. Bunların yanı sıra Yahudilerle ilişki kesme, azim ve kararlılık içeren bir dua:
“Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi, bu yoldan çıkmış kavimden ayır.” (Mâide, 5/25)
Çaresizdi…
Belki de bu son çareydi. Artık ümidini kaybetmişti. Her türlü uyarı onlar için boştu.
Çeşit çeşit sınanmalardan da hiçbir şey anlamıyorlardı. Gözleriyle gördükleri mucizelerin etkisini gönüllerde yer ettirememeleriydi yaşananlar…
Seçilmiş, görevlendirilmiş insandı Musa. Allah ile konuşabilen bir peygamberin imanı ve dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah'tan başka yönelecek bir mercii bulamadı. Kendisiyle yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen ayrılmasını istedi.
Allah onu mahzun etmezdi. Allah, Musa’ya dedi ki:
“Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.” (Mâide, 5/26)
Üzülme diyordu yaratıcı, mahzun olmasını istemiyordu Musa’nın.
Korkaklardı. Sahtekârlık yaptılar. Döneklik sıradan işleriydi. Sözde durmaz bir kavimdiler.
Onlar ucuz ve değersiz ve emeksiz bir zafer kazanmayı umuyorlardı, üzerlerine bıldırcın ve kudret yağıyormuş gibi bir zafer! Kendilerine vaat edilmiş topraklar olmasına rağmen kavuşmaya yüzleri olamazdı bu halleriyle.
Fakat zafere ulaşma yolunda katlanacak zorluklar vardı; sıkıntılar, dikenler, engeller… Kalpleri imandan yoksun Yahudi kavmi bunu anlayamadılar.
Böylece Allah onları, mukaddes toprakların kapılarına geldikleri halde çöle saldı ve onları vaat ettiği topraklardan yasakladı. İsyan edenlerin hali böyle oldu. İmtihanları başaramayanların hali. İmtihanı düşünemeyenlerin hali, kavurucu çöl sıcağında oradan oraya savrulmak ve bir yurt tutamamak oldu.