Umre parası

Duran Çetin

Yıllardır biriktirdi.

Gıdım gıdım gelirlerinden tasarruf etti.

Belirli ve düzenli bir geliri de hiç olmadı. Bazen kümesinde beslediği tavuklarından arda kalan yumurtaları karşılığında aldığı cüzi miktarda paralar. Evinin direği olarak düşündüğü bir inekten sağdığı sütün bir kısmını para karşılığında satmasından elde ettiği gelir. Küçük miktarda paralar.

Yem almaya kıyamayıp bahçesindeki otları ve bazen de yemek artıklarını verdiği inek oldukça iyi süt verdi.

Niyeti belliydi. Hayatında hacca gitmesi mümkün değildi. Bari bir umre yapıp kutsal beldelere yüz sürmekti. Onu motive eden de ölmeden önce Kâbe’de dua etme hayaliydi.

Kâbe'yi bir görse artık gam keder yoktu onun için. Ölmeden önce alemlere rahmet çok sevdiği Peygamberimiz Hz. Muhammed’in yaşadığı yerleri görmekti bütün niyeti.

Az kalmıştı. Sona yaklaşmıştı. Onun bu temiz niyetini bilenler, bir an önce Kâbe'ye gitmesi ve oralarda dua etmesi için kendilerince bazı gerekçeler üretip ufak tefek yardım yapmaktan da uzak durmadılar.

Her ne geldiyse nereden geldiyse biriktirmeye devam etti. Öyle çok masraf etmeyi de sevmezdi. Hele israf etmekten hiç haz etmezdi.

Artık umre için gereken para tamam oldu yıllar sonra. Gideceği zamanı düşünmeye başladı. Torunu ile konuştu ve bir şirket aramasını söyledi.

Torunu birkaç şirketle görüştü. Onlardan uygun fiyatlı olanları nenesine anlattı.

Mescid-i Haram’da namaz kılacak, Arafat dağını görecek, Kâbe’de dua edecekti.

Medine’ye yolu düşecek, Peygamberimizin yaşadığı topraklara ayak basacak ve onun yaşadıklarını hissetmek için günlerce orada vakit geçirecekti.

Ömrünün son demiydi. Bunu biliyordu. Bu fırsatı artık değerlendirecek ve bir daha bu fırsat kendisine gelemeyebileceğinin farkındalığıyla hareket edecekti.

Umreye gidenlerle konuştu. Oraların hayaliyle gideceği günü beklemeye başladı. Bir haftaya kalmaz bütün işler tamamlanacak ve kendi çantasını da hazırlayacaktı.

Günlerden pazartesiydi. Sabah namazını kıldıktan sonra uyumadı. Kendisine yoldaşlık eden hayvanlarına baktı. Su verdi, yemledi…

Evine girdi ve köşedeki siyah beyaz televizyonu açtı. Komşuları yıllar önce vermişti, canın sıkıldığı zaman bakarsın demişlerdi. Açtığı gibi irkildi. Onun hiçbir şeyden haberi yokken yer sarsıldıkça sarsılmış, yer yerinden oynamıştı. Kocaman binalar yıkılmış yerle bir olmuş ve bir enkaza dönmüştü. Enkaz etrafında bağırıp çağıran, yardım isteyen insanların çığlıklarıyla kalbi yerinden çıkacakmış gibi oldu.

Zelzele olmuş, dedi.

Olduğu yere çöktü ve haberleri izlemeye devam etti. Zaten televizyonda deprem görüntülerinden başka bir yayın da yoktu.

İnsanlar koşturuyordu sağa sola. Kaçıyorlardı oraya buraya. Ama kaçacak yerleri yoktu. Ortam toz dumana karışmış bina yığıntıları onlarca küçük dağ oluşturmuşlardı.

Ekrandan yansıyanlar ve insanların çığlıkları kerpiçten yapılmış evinin duvarlarına çarptı oradan Meryem teyzenin gönlüne hücum etti. Duygulandı. Gözleri doldu. İki göz iki çeşme sular seller gibi aktı da aktı. Gözyaşlarına sesi eşlik etti. Ağıtlar yaktı. Acıyan kalbi gözlerini yaktı. “Aman Allah'ım yardım et onlara” diye dualı dili söylenmeye başladı.

Bütün işini bırakıp deprem haberlerini takip etmeye devam etti. Apartmanlar yerle bir olmuş, evler barklar toz duman içinde yere yapışmış, sokakları ve caddeleri enkaz kapatmıştı.

Biri ailemin hepsi içerde kaldı, dedi ağlarken. Onunla birlikte Meryem teyze de ağladı.

Bir çocuk kurtarıldı. Çocuğun annesi ve babasına ulaşılamıyor, dedi sunucu. Sunucunun duygulu konuşmasına eşlik etti. Meryem teyze de ağladı.

Dışarıda soğukta kalan insanların haline baktı ağladı. Bütün mal varlığını kaybetmiş insanlar çaresizlik içinde ne yapacağını bilmeden orta yerde kalakalmışlardı.

Belki apartman sahibiydi şimdi acizlik içinde kıvranan.

Belki bir diğeri şehrin önemli, tanınmış insanlarından biriydi.

Bir başkası doktordu, öğretmendi, mühendisti, askerdi, polisti…

Bir başkası ustabaşıydı, patrondu, vardiyadan dönen çalışandı, hemşireydi, belediye işçisiydi…

Ama şimdi hepsi çaresiz, hepsi zor durumdaydı.

Hiçbirini elinden gelen bir şey de yoktu.

“Allah'ım bu nasıl bir imtihandır.” dedi titreyen sesiyle. “Ümmet-i Muhammed’i böyle bir imtihana tabi tutma yar Rabbim! Bizleri zelzele ile sınama Allah'ım!”

Dualarını gözyaşları ile besledi.

Ocakta kaynayan çaydanlığın sesini duyunca kalktı ve altını kapattı. İşte tam da o anda Kur'an-ı Kerim okuması gerektiği düşüncesine kapıldı. Her şeyi bıraktı yıllardır okuduğu kenarları pörsümüş Kur'an-ı Kerim’ini aldı ve divanın üzerine oturdu. Yakın gözlüğünü taktı ve okumaya başladı. İçten ve etkileyen bir sesi vardı. Gevrek ve yaşlılık çağrışımları yaptıran bir ses. Okudu okudu…

Sonra ellerini açıp dua etti dakikalarca…

Duayı bitirmek üzereyken umreye gideceği aklına geldi. Kâbe’de dua ederim. Allah Kâbe’de yapılan duaları geri çevirmez, diye iç geçirdi.

İçinden bir ses zihnine düştü. İç sesiydi bu.

Bu zamanda, ülke bu haldeyken, insanlar aç biilaç sokaklarda dolaşırken, her şeylerini kaybetmişken senin yapman gereken bir şey yok mu?

Paslı bir çivi gibi zihninde yer etti. Sonra kendi kendini hesaba çekti.

Ya benim başıma gelseydi. Allah insanları dener, bazılarını varlıkla, kimilerini yoklukla, sıkıntıyla, zelzeleyle…

Onlar şimdi zelzele ile deneniyorlar. Allah'a şükür bizi böyle bir denemeden geçirmedi. En zorlarından biri zelzele. Kimisi evini, mal varlığını, annesini, babasını, çocuğunu bir yakını kaybetti. Dayanılması çok zor bir sınanma.

Onlar zelzele ile sınandı. Ben de onlara yardım edip etmeyeceğimle sınanıyor olabilirim, dediği andan itibaren zihninde yeni kapılar açıldı. Gözyaşları durdu. Dili sustu. Artık iç sesi konuşuyordu.

Yardım etmeliyim. Ben de karınca kararınca elimden ne geliyorsa yardım etmeliyim. İneğimi satsam ne ile geçineceğim? Başka satınca para edecek bir şeyim de yok. İki dönüm tarlam var ondan kalkan ile ekmeğimi yapıyorum. Samanı ile de ineğimi besliyorum…

Depremin yaraları sarılmaya başlanmıştı çoktan. Üçüncü günü bütün Türkiye yollara dökülmüş depremzedelere yardım ulaştırma derdine düşmüştü.

Rahat edemedi. Bir yolunu bulup müftülüğe yolunu düşürdü. Orada danışmalıydı. Kendine bir çıkar yol bulmaya çalışıyordu.

Kapıdan içeri girdiğinde bütün düşünceleri değişti ve kesin kararını verdi. Huzur doldu içi. Gözlerinde sevinç parıltıları görüldü.

“Ben müftü oğlumla görüşeceğim.” dedi.

“Dur teyze bir soluklan sana bir çay verelim.”

“Çay içme ve soluklanma zamanı değil.” dedi.

Teyzenin kararlılığını gören görevliler onu müftü ile görüştürdüler.

Teyze bütün içinden geçenleri müftü ile paylaştı.

“Müftü oğlum, ben umre için biriktirdiğim parayı zelzele bölgesine göndermek istiyorum.” dedi.

“Bütün birikimim bu. Başka verecek hiçbir şeyim yok. Ama benim yardım etmem lazım. Ben de muhtaçlara yardım edip edemeyeceğimle sınanıyor olabilirim. Ben bu imtihandan geçmek istiyorum. Yoksa Allah'a nasıl hesap veririm?”

Müftü bey, yaşlı teyzenin inanmışlığı ve adanmışlığı karşısında hiçbir şey diyemedi. Gözleri yaşardı. Gözyaşlarını tutamadı. Bıraktı ve ağladı. Onun ağlayışına teyzenin gözyaşları da eşlik etti.

Müftü, inanmış bir millet her türlü zorluğu aşar, bu deprem felaketinin de üstesinden gelir diye iç geçirirken teyzenin samimiyetinin kendi gönlünde derin bir deprem oluşturduğunu fark etti.

Belki de teyzenin halinin kendi halinden çok değerli olduğunu düşündü. Ya da kendisinin neden bu kadar hassas davranamadığına yanmıştı.

Müftü Bey, kendini topladı. Ağzının içine kadar giren gözyaşlarını sildi.

Kekeleyerek konuştu:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara 2/155.)

Teyzenin tutumu karşısında ona vaaz etmekten ar etti ve sustu. Sadece bu ayeti okudu.

Kendisinin denendiğini, muhtaç durumdaki zelzeleye uğrayan insanlara yardım etmek ya da etmemekle denenebileceğini düşünen biri arif biri olurdu.

Arif birine ne anlatacaktı ki?

Anadolu irfanı bu olmalıydı.

İnanmışlıktı bu, tam bir inanmışlık.

Her olup bitenin hesapsız olmadığını kabullenişten başka bir şey değildi.

Ama, fakat ve lakin gibi kelimelerin ardına sığınmadan doğrudan Allah diyebilmenin davranış haline dönüşmesiydi.

“Eyvallah teyzeciğim. Allah kabul etsin. Ne güzel düşünmüşsün. Rabbim sana umre ecrinin kat kat fazlasını verecektir. Gönüller yapmaktır yaptığın iş. Birine ilaç olmaktır. Diğerinin ihtiyacını gidermektir.

O çok sevdiğin, yanına gitmek için yıllarca beklediğin Peygamberimiz Hz. Muhammed bak ne diyor:

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58.)

Sen bu davranışınla Peygamberimizin müjdesini hak ediyorsun. Allah kabul etsin.

Teyze yanından hiç ayırmadığı parasını kuşağının arasında sakladığı keseden çıkartarak masaya koydu.

Müftünün bakışlarını görmek gerekirdi. Anlatılmayacak kadar bir hayranlık yansıdı gözlerinden. Biraz da utangaçlık vardı.

Tutanakla teslim aldı paraları. Hayatında unutamayacağı ve ömür boyu etkisinden kurtulamayacağı bir anı yaşadı.

Teyze kendinden emindi.

Yaptığı işin farkındaydı.

Üzerine düşenin bu olduğunu biliyordu.

Hiç tereddüt etmedi.

Kardeşinin yanında zor gününde olmayacaksa ne zaman olacaktı sorusunun cevabını yaşadı ve yaşattı.

Müftü ayağa kalktı.

Teyzenin eline sarıldı. Ondaki arif kişiliğin etkisiyle söyleyecek söz bulmada zorlandı.

“Ver elini öpeyim.” dedi.

Teyze elini öptürmedi.

“Teyze benim için de dua et!” dedi titreyen sesiyle.

Müftü oğlum, birbirimize dua edelim. “Bir Müslümanın din kardeşinin arkasından ettiği hayır dua kabul olur. O dua edince, bir melek, “Âmin, kardeşin için istediğinin aynısı sana da verilsin” der.” Başkasını yaptığımız dua daha makbul olur inşallah, dedi.

Sonra da şu iki dizeyi söyledi:

Senden isteğim yalnız gıyabî bir tek dua,
Acep kabul olur mu, diye düşünme asla!

Müftü için susma vaktiydi. Teyzenin hadis okuması, beyit ile güzel bir şekilde konuyu ifade etmesi karşısında ancak susulurdu.

Suskunluk ile koltuğuna oturdu. Kadın yıllardır biriktirdiği umre parasını teslim edip gitmişti.

***

Aradan bir hafta geçti. Yardım parası deprem bölgesine ulaşmıştı çoktan. Birinin derdine derman olmuştu muhtemelen. Birine aş, birine ilaç olmuştu.

Müftünün bir haftadır kafasından atamadığı fikri olgunlaştırmış ve müjde verme zamanı gelmişti.

Teyzenin oturduğu eve gitti.

Köyün kenarında tek başına bir ev. Kerpiçten ve duvarla çevrilmemiş bir bahçe içinde.

Teyze karşısında müftüyü görünce karşılamak için heyecanla koştu.

“Teyzeciğim, yaptığın beni çok etkiledi. Varını yoğunu yardım için bıraktığın gün var ya benim hayatımda bir dönüm noktası. Bana hayatımın dersini verdin. Sana bin dua ediyorum. Şimdi esas meseleye geleyim. Senin paran zelzele bölgesine ulaştı. Allah kabul etsin. Yaptıklarını anlattığım bir dostum sana müjde vermemi istedi. Senin umre masraflarını karşılayacak ve seni umreye gönderecek.”

Teyze duyduklarına inanamadı.

Anlamaz gözlerle baktı.

Müftü bir kez daha tane tane anlattı.

Aslında anlamıştı. İrfanlı bir kadındı. Lakin bunu sebebi ne olabilir diye düşünüyordu. Ne yaptım ki Allah beni böyle bir mükâfatla ödüllendirdi.

Cevabı belliydi.

Konuşmaya ne hacet, her şey olması gerektiği gibi gerçekleşti…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.