Eyüp Peygamber, şehir dışında pejmürde bir hâlde yaşamaya devam etti.
Üzerine çekilmiş basit bir gölgelik altında günleri geçmeye başladı.
Gelen gideni azaldı.
Yalnızlaştı.
Bir başına kaldı.
Bu sırada sadece biri vardı yanına gelen. Onun ihtiyaçlarını karşılayan. Onun dertlerine yardımcı olmaya çalışan. Bir tek o. Karısı.
Karısı, ihtiyaçlarını gördü. Ona baktı. Onun kıymetini ve değerini unutmadı.
Artık hastalığı o kadar ilerledi ki tanınmaz hale geldi.
Hastalığının verdiği ağırlık gün geçtikçe arttı. Uzuvlarını kullanamaz onlara hükmedemez oldu. Büyük bir zorluk içinde nefes almaya çalıştı. Vücudu artık tanınmaz bir hal aldı. Nefes alıp veren bir ceset gibi oldu…
Günlerin birinde karısı ona şöyle dedi:
“Sen duası kabul gören birisin. Şifa vermesi için Allah'a dua etsen!”
Eyüp Peygamber’in cevabı halini yansıtır şekildeydi:
“Biz yetmiş yıldır nimet içerisinde yaşadık. Şimdi de Allah'tan gelen bu sıkıntılarla hayatıma devam edeyim.”
Sözün bittiği yer.
Bilinçli bir tercih.
Allah'tan gelene sabır ile geçecek bir dönem…
Karısı, Eyüp Peygamber’in bu haline çok üzüldü. Onun hastalığına ve dertlerine çare bulmak için didinip durdu. Çare olarak sunulan her şeye koşturdu.
Ağladı.
Çok ağladı.
Kaybettikleri servetlerine ağladı.
Evlatlarının yok oluşuna ağladı.
Güçlü kuvvetli eşi Eyüp Peygamber’in sağlığının bozulmasına ağladı…
Eyüp Peygamber bu sızlanışlara dayanamayıp karısına sordu:
“Bütün bunları bize veren kimdi?”
“Allah!”
“Bu ihsanlardan kaç yıl faydalandık?”
“Seksen!”
“Bütün bunları kaybedeli kaç yıl oldu?”
“Yedi!”
“Yazıklar olsun sana! Seksen yıl nimet içinde yaşarken bir şey yok, şurada yedi yıldır dertlere müptela olunca neden bu kadar üzülüyorsun. Bizim bütün bunlara seksen yıl katlanmamız gerekmez mi?”
***
Eyüp Peygamber’in sıkıntıları arttıkça sabrı da arttı.
Dayanılmaz acılarla boğuşurken “Hamt alemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur.” diyerek dayandı.
Yakarışları sabırla devam etti:
“Ey rabbim! Bundan önce beni varlık içinde bıraktın. Öyle ki gündüzleri verdiğin mallar ile uğraşır oldum. Geceleri de verdiğin evlat sevgisiyle günlerimi doldurup oyalanıyordum. Ama şimdi bunların hiç birisi yok. Şükürler olsun sadece sen varsın. Senin zikrin ve sana olan şükrüm ile bütün zamanlarımı dolduruyorum. Kulluğumu ve acizliğimi sonuna kadar hissederek yaşıyorum. Şükürler olsun, şükürler sana olsun…”
Hastalığı iyileşmedi. Arttıkça arttı, iyileşme süreci uzadıkça uzadı. Aradan yıllar geçti…
Yakın, akraba, eş-dost herkes ondan uzak durdu.
Sadece iki kişi kaldı yanında yakınında. Onlar da Eyüp Peygamber’in bu haline güvenleri yok olmuş bir şekilde konuşmaya başladılar:
“Bunca yıldır bu illetin pençesinde cebelleşirken Allah ona şifa vermiyor. Halbuki bu illet ona ulaşmamalıydı. Demek ki Allah onda bir hayır görmüyor…”
Onlardan duydukları Eyüp Peygamber’in çok ağırına gitti.
Yine bir başka gün:
“İşleyip azabını çektiğin günahından dolayı Allah'a tövbe et!” dediler.
Onu suçlayıp durdular.
Kınamalarını artırdılar.
Üzdükleri insan sıradan biri asla değildi. Halkın en hayırlısı, en seçkiniydi. Hak ve gerçekten başka bir şey yapmayanıydı. Halden anlayanı ve herkesin yanında olanıydı…
Allah kullarına bazı sıkıntılar vererek denemeye tabi tuttuğunu hiç anlamadılar. Anlayamadılar…
Dilsiz olmadıkları hâlde rastgele konuşmaktan korkarak susanların olduğunu anlamadılar. Allah'tan gelene boyunlarının kıldan ince olduğu gerçeğini düşünmediler.
Allah'ın yoluna kul olmaktan çok kendilerini beğendiler. Biraz da kendilerinin üstün oldukları düşüncesiyle sevindiler.
Kendilerine Hz. Eyüp’ün başına gelenler gelmediğine göre daha iyi durumdaydılar. Kendilerinin yaptıkları iyiliklerle sağlıklı yaşamaya devam ettiklerini sandılar. Halbuki Eyüp Peygamber yapmış olduğu iyilikleri kimse yapamazdı…
Hal böyleyken onun düştüğü durumu anlamak istemediler de kendilerine çıkarımda bulundular. Kendi kendilerini sevme konusunda abartı içinde kaldılar. Belki de iyiliklerine kendileri kıymet biçmeye kalktılar.
Kıymet biçici sadece Allah'tı.
Allah verirdi ve alırdı…
Eyüp Peygamber bu iki adama serzenişte bulundu:
“Vaktiyle herkes benim sözümü dinler, bana saygı da kusur etmezdi. Düşmanımdan bile hakkımı tanıyanlar oldu. Ama siz bunu bile yapmadınız. Artık bana hastalığımdan ve içinde bulunduğum durumdan bile ağır geliyorsunuz. Sizin verdiğiniz sıkıntı, içinde bulunduğum sıkıntıdan daha eziyet verici. Artık sizlerle konuşmak istemiyorum. Görüşmekten uzak kalacağım.”
Eyüp Peygamber’in hali dayanılır gibi değildi. Onun her şeyiyle ilgilenen karısı derman arama peşine takılmış sürüklenip gidiyordu. Onun bu hali üzerine bir dağ gibi çöküyor ve her şeyden medet umar hale getiriyordu.
Bir gün kocasını tedavi etmesi için ününü duyduğu bir şifacıya gitti. Adam bu çağrıya olumlu cevap verdi. Ama şartlarını sıraladı. Eyüp Peygamber’in karısı şifacının şartlarını kabule çoktan razıydı. Zira kocası gözünün önünde eriyip bitiyordu. Sona doğru koşar adım gidiyordu.
“Sen şifa verdin diyerek kendisine secde edilecek.”
Sarsıcı bir şarttı. Kabul edilebilir bir tarafı da yoktu.
Eyüp Peygamber bu olanları duyunca çok öfkelendi. Bütün sıkıntılarını unuttu da öfkesiyle baş edemedi ve karısına gerçeklerin ne olduğunu haykırdı:
“Sen onun şeytan olduğunu anlayamadın mı? O Allah düşmanı seni dininden döndürüp inancını yok etmek istemiş. Sen nasıl olur da onun sözüne kulak verirsin. Secdenin sadece Allah'a yapılacağını bilmez misin? Yanımdan hemen uzaklaş. Artık seni görmek istemiyorum. Eğer Allah bana şifa verirse sana yüz sopa vuracağım…”