Bu bir meydan okuyuştu. Ölümüne bir uyarı…
Bu uyarı onları biraz korkutsa da bir süre katlandılar.
Ama sonunda, ondan kurtulmak için planlar yaptılar. Öfkelerine yenildiler. Birbirlerine danışmaya başladılar. Onu ortadan kaldırmak ve kendi başlarına musallat ettikleri bu badireyi yok etmek istediklerini ayan etmeye başladılar.
Nereye doğru bir adım attıklarını fark etmediler.
Bu işin sonunun nasıl olacağını da umursamadılar.
Halbuki örnekleri çok vardı. Duyagelmişlerdi.
Kibirli bir ileri gelen buna son verme görevini üstlendi. Allah'a ve peygamberine karşı düşmanlık besleyenler, düşmanlıklarını açıktan ilan edenler ve gizliden gizliye düşmanlık besleyenler için önemli bir müjdeydi bu. Artık kendilerine ortak olan deveyi yok edecekler ve eskiden olduğu gibi suyu ve otlakları, tarla ve bahçeleri istedikleri gibi kullanabileceklerdi.
Kibirli reis bunu kolay bildi, kolay olacağını düşündü. Bu işi yaptığı zaman yandaşlarının yanında değeri artar diye hesap etti, kitap etti.
Bir yoldaşları çağrıldı. Hedef belli. Allah'ın emrini yok saymak. İstedikleri için gönderilen mucize deveyi ortadan kaldırmak.
Olacakları düşünmeden, düşüncesizce hareket ettiler. Böylece bilinen sona doğru hızlıca koştular…
En şakileri görevi üstlendi.
O da kavmin başına ne geleceğini hesap etmeden işini yaptı.
İlk önce devenin bacaklarını kesti.
“Derken onu kestiler, fakat pişman oldular.” (Şuara, 26/157)
Yapılmayacak olanı yaptı.
Hem kendinin hem yandaşlarının sonunu hazırladı…
Her yer suskun, yaşanan sessizlik iyiye alamet değil.
Her şey farklılaştı. Her şey değişti birden.
Sonrası mı?
Olması gerektiği gibi olacaktı.
Oldu da.
Büyük bir pişmanlıktı yaşananlar.
Pişmanlıklarla başlayan günün devamında Allah'ın mucize olarak gönderdiği devenin öldürüldüğünü duyan Salih Peygamber kavmine seslendi:
"Yurdunuzda üç gün daha metalanın." (Hud, 11/65)
Onlara üç gün mühlet verdi.
Yıllar sürecek ömür üç günle sınırlandı.
Onlar hâlâ inanmadılar.
İnanmadıklarını söylemekten çekinmediler.
“Böylece onları azap yakaladı. Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.” (Şuara, 26/157)
Üç gün sonra.
Üçüncü günün sonu.
Bir patlama duyuldu dört bir yandan.
Kulakları sağır edercesine bir ses...
İnsanın yüreğine korku salan bu sesle insanlar oldukları yerde kalakaldılar. Ne yapacakların bilemediler.
Yapacakları bir şey de yoktu. Yapamadılar. Yapmayı dahi akıl edemediler.
Sınandıklarını geç anladılar.
Kendi elleriyle sonlarını hazırladılar.
Bir ses ve arkasından sarsıntı.
Yer sarsıldı.
Yerle birlikte içindekiler beşik gibi sallandı.
Zelzeleydi yaşadıkları.
Ayakta bile duramadılar.
Sarsıldıkça sarsıldılar. Korkudan ödleri koptu. Yaptıklarına pişmanlıkları da fayda vermedi.
Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan yeryüzünde o güne kadar görülmemiş bir manzara vardı.
Hayvanlar tarafından çiğnenmiş kuru çalılar gibi cesetler oraya buraya saçılmıştı.
Mahir oldukları taş oymacılığı ile hazırladıkları taştan köşkleri onları koruyamadı.
Kayalara oyulmuş barınakları da yeterli gelmedi.
Sarsıldıkça sarsıldılar.
Akılları başlarında gitti.
"Kendilerini o sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüz üstü düşe kaldılar." (A'raf, 7/78)