Kalabalığın tam ortasında, kulağındaki en sevdiğin şarkı bir anda susuverdi mi hiç? Şehrin gürültüsü; korna patlamaları, insan uğultuları, metalik çarpışmalar bir sel gibi üzerinden geçerken, düşüncelerinin bile sesini yitirdiğin o tuhaf an… Modern hayat dediğimiz şey, işte o bitmeyen gürültünün tek bir saniyeye sıkışmış hâlidir.
Her köşeden bir ses: “Buna bak!”
Bir başkasından: “Bunu kaçırma!”
Dijital dünyanın görünmez uyarıcıları duygularının yönünü ayarlamaya çalışır: Buna öfkelen… Bunu sev… Şuna hayran ol…
Ve bütün o kakofoninin ortasında çok cılız ama çok ısrarcı, asla susmayan, pil bitmeyen, şarj istemeyen, utangaç ama inatçı kadim bir ses vardır içinde bir ses var içinde. O sesi tanıyorsun.
Bir gün herkesin kahkahalarla güldüğü bir videoda, senin içine düşen o ince sızı…
“Bunda bir terslik var. Bu komik değil; bu incitici.”
Ya da herkes “Kimse görmüyor, yap işte!” diye ısrar ederken ayağını tutan, midene bir kramp gibi çöken o görünmez fren…
İşte o senin pusulandır.
Senin vicdanın.
Vicdanı yıllarca sanki yalnızca “kimseyi üzmemek”, “iyilik yapmak” gibi ilkokul ahlâk derslerinden kalma cümlelerle anlattılar bize. Oysa vicdan, insanın kendisiyle barışık kalma hâlidir. Kendinle tutarlı kalmanın en eski, en yalın sanatıdır.
Günümüzün en büyük hastalığı ne biliyor musun? Yönsüzlük. Nereye gittiğimizi/gideceğimizi bilmiyoruz. “Trend” rüzgârı nereye eserse oraya savrulan yapraklar gibiyiz. İçimizdeki pusulanın üzerine, başkalarının fikirlerini, onaylanma arzusunu, kaybetme korkusunu yığdık. Bu yüzden ibreyi göremez hâle geldik.
Oysa ibre hep oradaydı. Hep aynı yeri işaret ediyordu: Hakikat.
O pusulayı susturduğunda, dışarıdan bakınca her şey normal görünür. Gülersin, konuşursun, uyum sağlar gibi görünürsün. Ama başını yastığa koyduğunda… o yastık taş kesilir. İçinde bir yerlerde kıpırdayan, adını koyamadığın o boşluk… Sanki evinin anahtarını kaybetmişsin de kapıda kalmışsın gibi bir hisle içinde beliren hafif sızı….
İşte o his, vicdanın “Rotadan çıktın.” uyarısıdır.
Aslında gizli bir davettir:
“Kendine dön. Fabrika ayarlarına dön. Sen bu değilsin.”
Bazen o sesi duymak cesaret ister. Çünkü vicdan genelde kalabalıkların tersine konuşur. Herkes “Beni ilgilendirmez.” derken, o kulağına eğilip “Tam da seni ilgilendiriyor.” der. Menfaatin seni bir yana çeker; vicdanın diğer yana. Ve insanın kim olduğunu belirleyen de tam burada verdiği karardır.
Bu sesi dinlemek konforu bozar. Bazen popülerliğini, bazen ait olduğun grubu, bazen de geçici alkışları kaybettirir. Ama çok daha kıymetli bir şey kazandırır: İç huzur.
Albert Camus’un dediği gibi: “Kış ortasında, içimde yenilmez bir yaz olduğunu öğrendim.”
İşte o yenilmez yaz, insanın vicdanıdır. Çünkü referansın dışarısı değil, içerisidir. Başkaları ne derse desin, sen “Ben doğru olanı yaptım.” diyebilmenin o muazzam hafifliğiyle yürürsün.
Bugün senden bir şey istiyorum: Gürültüyü biraz kıs.
Ekranın parlaklığını değil, ruhunun sesini aç.
Bir karar verirken, bir cümle kurarken, bir şeye tepki verirken bir saniye dur ve o pusulaya bak.
“Bu ben miyim?” diye sor kendine. “Bu yaptığım, benim ruhuma yakışıyor mu?”
O içteki ses sana cevabı verecek. Bazen bir fısıltıyla, bazen bir çığlıkla. Onu susturma. Çünkü o, içindeki ilahi nefese tutunan en sadık rehberindir.
Pusulası olmayan, denizin ortasında kaybolur.
Pusulasına güvenen ise, en karanlık gecede bile yolunu bulur.
Yolun açık olsun. Pusulan hep vicdanın olsun.