İnsanlar sağa sola koşuşturuyorlardı. Kim neyi neden yaptığını bilmiyor gibi görünüyordu. Aklına ilk geleni yapmak için çabalıyor ama ne yapacağını ya da ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Bir oraya bakıyor bir diğer tarafa, dönüp bir kez daha bakıyordu.
İmdat bekler gibi dönüp bir kez daha bakıyor bir yardım bekliyor. Birinin elinde bir makine ile gelmesini istiyor gibi davranıyor sonra da hiçbir şey yokmuşçasına enkazın bir başka bölgesine koşturuyordu.
Bir delik ya da bir aralık gördüğü zaman duruyor, hızlıca eğilip “Sesimi duyan var mı?” diye bağırıyor bir işaret alamayınca bir kez daha ama bu kez daha güçlü bir sesle bağırıyor, ümidini yaşatmak istercesine gözlerini bir dürbün gibi enkaz arasındaki bir aralığa dikiyor ve dakikalarca aynı şekilde devam ediyordu.
Onun bağırışına kulak verenlerden bazıları koşarak enkazın üzerine çıkıyor bir şey duyup duymadığını soruyor sonra da hiçbir şey olmamış gibi çekip gidiyordu. Daralan sadrına şifa olacak bir ses duymak için her şeyini vermeye hazır biri gibi düşüncelere dalıyor sonra ne yaptığı ile ilgili bir düşünce oluşmadan bir can, bir nefes, bir ses duymak için enkaz üzerinde can havliyle bağırıp geziniyordu. Neden yardım getiren yok, neden iş makineleri gelmiyor sorularının cevaplarını bildiği hâlde sormaya devam ediyordu.
Yıkılmış binalar, kapanmış yollar, sağa sola savrulmuş enkazın üzerinden toz duman bile ayrılmamışken iş makineleri nasıl gelecekti? Bunu biliyordu ama acısını hafifletmek için başka yapacağı bir yöntem de bilmiyordu.
Ailesinden birini kurtarmak, onunla irtibat kurarak yaşadığını bilmek istiyordu. En azından bu bile onun için yeterliydi.
Zihninde ‘ah keşke’ ile başlayan cümleler yer ediyor: Ah keşke daha sağlam bir binada otursaydım, ah keşke çocuklarıma daha çok vakit ayırsaydım, ah keşke insanların kalbini kırmasıydım…
En başta söylemesi gerekeni söylemiyor, yutkunuyor, gerçekleri öğrenmek için acele etmeden kafasındakileri yapmaya devam ediyor…
Kendini oyalamaya çalıştığının farkında bir şekilde enkaz üzerinde debelenip duruyor…
Üşümeyi unuttuğunu, parmaklarının buz kestiğini görünce hatırlıyor, ellerini ağzına yaklaştırıyor, güçlü bir şekilde sıcak nefesini üflüyor sonra aradığını bulmak için çaresizce eşelemeye devam ediyor.
Tam da o anda, bir ses duyduğunu sandığı bir anda o düşünce aklına düştü. Kendi kendine kızdı tam bu zamanı buldu, bir ses duymak üzereyken zihnimi bulandırdı. Bulandırdı da beni sarstı.
Bu sese kulak vermeli miydi bilemedi.
Aslında zihnine düşen ayetler vardı. Ayetler uyarıyordu. Dirileri uyarmak içindi. Dikkat edin, sakın hırsınıza kapılıp dünyada kalıcı olacağınızı sanmayın demek istiyordu. Lakin insan bunu anlamak için bir gayret içine girmiyor, kendi iç dünyasındaki yoldan çıkaran fikirleri benimsemeyi tercih ediyordu.
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”
Müjde almak için yapması gereken belliydi. Yapması gereken gün gibi ortadaydı. Lakin giden can olunca, giden mal olunca müjdeye sebep olacak o özelliği hatırlamada zorlanıyordu.
Sınanıyordu, bundan hiç şüphesi yoktu. Acaba ne ile sınanıyorum diye düşünmek istedi ama vazgeçti. Malları gitmişti. Birikimi bir anda toprak olmuştu. Yakınları enkaz altındaydı. Giden canlar; akraba hısım ve tanıdıklardı...
Tam bir sınanmaydı yaşadığı; aklına düşen ayetin uyardığı konuların hepsini yaşıyordu.
Yapacağı da belliydi. Sabır.
Zordu ama gerekliydi.
Bunlar sadece kendi başına geliyor değildi. Birçok insan bu durumdaydı. Birçok insan yaşamıştı bu sıkıntıları. Birçok insan…
Alemlere rahmet Hz. Muhammed oğlunu kaybetmişti de gözlerinden yaşlar dökülmüştü, Taif’e bir umutla gittiğinde başına gelenler kabul edilebilir gibi değildi. Taşlamışlar ve şehirden dışarı atmışlardı…
***
“Allah'ım her şeyin sahibi sensin.” dedi.
Bir milat oldu bu söz. Her şeyin sahibi Allah, ilk önce verdi ve sonra aldı. Gönlünün en nadide köşesine bu düşünceyi yerleştirse birçok sıkıntı bitecek, söylenecek hiçbir söz kalmayacaktı.
Bir engel vardı, bilemedi. Dilinden dökülenler kalbine yer etse bir benimsetse, kabullendirse, kalın harflerle gönül duvarına nakşetse iş tamam olacak, içinde patlayan volkanlar susacak, suskunluk itimat olarak zihninde yer edecek, olup bitenin kendi iradesi dışında gerçekleştiğini ve sahibi tarafından gerçekleştirildiği düşüncesiyle rahatlayacaktı.
Nefsinin yaklaşmadığı bu düşünceler ile zafer kazanmış gibi mutlu olacak, vicdanını rahatlatacak ve vicdanının sesiyle dilinden çıkan ses eşleşecek ve bağırmaya devam edecekti…
Eşiyle gelecekte çocuklarının nasıl bir hayatı olduğunu konuşmuş, hayaller kurmuştu. Hayallerinde dünyalıklarının çoğalması üzerine birçok fikir vardı. Üç çocuğu için üç ev edinme hesabının verdiği heyecan ve hırs ile eski hesaplarını bir kez daha gözden geçirmişti. Gelirlerinin birkaç yıl sonra nerelere ulaşacağını da güncellemişti.
Sahi diğer iki evi de yıkılmış mıydı, durdu duraksadı, zihnine hücum eden bu fikirden uzaklaşması zor olmadı. İşte tam da o anda bir ses duydu gibi oldu. Sanki bir ses ona fısıltı halinde sesleniyordu:
“Kurtar bizi baba!”
Kulağını enkaz arasındaki boşluğa yaklaştırdı ve bir kez daha dinledi. Ah keşke duydukları doğru olsaydı. Bütün dünyalıklara değerdi. Her şey yok olsaydı da sadece onlar yaşamaya devam etseydi. Bir teselli olurdu onun için. Bir teselli olsun istedi ve bunun için çabalamaya devam etti.
Bütün dünyalıkları terk etmek hevesi belirdi. Enkaz altında yatan yaşamasını umduğu, istediği ve dua ettiği ailesine kavuşmayı arzuladı. Nefes alışverişinde bile onların isimlerini söylüyor gibiydi. Her nefes alışı zamanın daha da azaldığının işaretiydi. Hem kendisi için hem de kurtarılmayı bekleyenler için…
Evet silkindi, titredi ve kendisine geldi. Kendisini sarsan, hırpalayan ve yaşama sevincini yok eden bütün fikirlerden sıyrıldı şeytandan kaçar gibi kaçtı… Bütün olup bitenler, şeytani bir düşüncenin sinsince zihnine hücum etmesinden başka bir şey değildi. Bütün bunları yok sayıp odaklanmalıydı.
Duyduğunu sandığı sese tekrar odaklandı.
Bilmem kaçıncı kez seslendi.
“Beni duyan var mı?”
Yine aynı sesi bir fısıltı halinde duyduğunu düşündü. Bu kez enkazın üzerinde yıkılmış, ıssız bir şehir haline gelmiş mekânda dört bir yana dönerek haykırdı:
“Canlı var, kızım yaşıyor, sesini duydum!”
Can havliyle etraftan koşup gelenler oldu. Sayı gittikçe çoğaldı. Enkaz üzerinde bir kalabalık oluşunca görenleri celp etti. Gelenler hep birlikte enkaz içindeki sesin sahibine ulaşmayı denedi. Parmaklarıyla, avuçlarıyla temizlediler. Gelenlerin elindeki aletler işledi, eller kum gibi olmuş betonları bir başka yere savurdu. Umutlar arttı. Sabırlar azaldı. Beklentiler çoğaldı. Bir ses duymaya odaklanan kulaklar duyma kat sayısını artırdı. Gözler bir dürbün oldu yıkıntı arasından geçip nefeslenenlere ulaşmayı denedi. Bütün bunlar bir heyecan eşliğinde oldu. Heyecan insanın daha çok odaklanmasını sağladı.
Yaşlı bir dede de vardı enkazın üstünde. Sakalları kucağına kadar uzamış, titreyen dudakları duaya durmuştu. Gücü yetse kalkıp bütün enkazı başka bir yere savuracaktı. Gücü yoktu, tükenmişti, yıllar onun gücünü alıp yok etmişti. O gücünü duaya vermiş duadan almıştı. Elinden geleni yaptı, dualarıyla enkaz başındakilere destek oldu. Karınca misali, niyetini ortaya koşmuş güzel bir işin içinde yer aldığını göstermişti…
En masum ve olması gereken saflıktaydı. Artık hızı, haz peşine değil bir can kurtarma derdine dönüşmüş ve ailesini tekrar canlı kanlı karşısında görmeyi arzu eder hale gelivermişti…
Soğuk havada terledi. Ter boşandı, soğuk bir ter. Az kaldı diyordu kendisine, ha bir gayret daha diye teşvik cümlelerini sırladı. Herkes üzerine düşeni yapıyor, bir can için kendilerini kaybetmişçesine mücadele ediyorlardı. Elleri kan içindeydi ama bunları hiç görmedi. Bakmaya fırsatı olmadı. Kulakları hâlâ bir ses duymaya, sesi daha yakından duymaya odaklanmıştı. Beklediği sesi istediği netlikte duyamadı.
Saatler sonra bir koridor açılmış, ilerleme devam ediyordu. Ses ve nefes yakındı çok yakın. Elini uzatsa ulaşacak kadar yakın. Gönlünün tam ortasındaydı. Olması gereken yerde. Suskunluk ve karanlık içindeki kızını çıkaracaktı. Sonrası da vardı…
Eşine ve diğer çocuklarına da ulaşacaktı. Hepsinin aynı yerde olmalarını umdu. Anneleri onları bir araya toplamıştır diye düşündü. Birine ulaşılırsa hepsine ulaşılırdı.
Bir anda bitkinleştiğini düşündü. Başını elleri arasına alıp sıkıştırdı, içindeki ses etkisini artırdı, gücü tükendi. Tükenmişlik yaşadı. Kendine gelmek istediğini bildi ama bir şey elinden gelmedi. Suskunluk ve karanlıklar ortasında kalmış gibiydi. Hâlbuki o hem kendisinin içinde bulunduğu karanlıktan hem de enkaz altındaki karanlıktan kurtulmak istiyordu.
Geri geri gitti, enkaz üzerinde boylu boyunca uzanan bir kolona sırtını verdi, gözleri karardı, zihni karardı, aydınlık yok oldu, aklı gerçeği ayıramadı, çaresizlik içinde sırtı duvardayken kendini bırakıverdi, çömeldi, öylece oturdu.
Göremediğini düşündü, sanki gözleri kapanmıştı da dünyanın ışığını görmez olmuştu. “Gözüm aydınlığı görmüyor, aklım doğruyu bulmaya yetmiyor.” dedi. Hayıflandı. Yaşayıp yaşamadığından şüphe etti. Gerçekten yaşıyor muydu, bilemedi. Bir an kendini enkaz altında hissetti. Bitkinliği daha da arttı. Artık gücü tükenmiş son noktaya ulaşmıştı. Bundan sonrası nefessizlikti. Tıpkı enkaz altında olanlar gibi, onlar gibi…
Evler yıkılmış virane olmuş, insanlar nefessiz kalmış cansızlaşmıştı. Ruh bedenden ayrılıp kendi yolunu bulmuştu…
Olanlar olmuş yer sarsılmış, sarstıkça üzerindekileri sallamış ve ne yapacaklarını bilemez hale getirmişti. Kurtulanlar da çaresizlik içinde ne yapacaklarını bilemez bir şekilde küçük kırıntılar halinde umutlarını sürdürme telaşıyla kendilerini enkaza vurmuşlardı.
Bu arada kurtarma ekiplerinden enkaza gelenler olmuştu. Birisi bağırdı:
“Sedye!”
Kalabalıkta bir hareketlenme oldu.
“Tekbir!” dedi bir başkası. Bütün grup bağırdı:
“Allahuekber!”
Ses, enkazın altına ve üstüne, arza ve arşa yayıldı. Bu arada enkaza bulanmış kendinden geçmiş, kızını kurtarmak için heder olmuş olan insanın kulağına da ulaştı.
Sesle birlikte kendine geldi. Titredi ve kalktı. Üstü başı toz, eli yüzü çizik ve kanlar içindeydi.
“Çekilin!” dedi “Kızımı görmek istiyorum.”
Herkes can kurtarma derdindeyken onun sesini duyan olmadı. Bütün çabası hedefine ulaşmasına mâni oldu. Son bir gayretle kalabalığın arasına girmeyi denedi. Başını soktuğunda sedyede kızını gördü.
“Allah! Allah'ım! Sana şükürler olsun.” diye haykırdı. Gözyaşları yüzündeki çizikleri kavurarak, yakarak enkaza karıştı. Sedyenin arkasından yetişmek için enkazın tepesinden aşağıya doğru koştu. Koşacak gücü yoktu aslında. Koşamadı. Düştü. Yuvarlandı. Bir grup insan onun yanına geldi. Ona yardım etmek istediler. Tutup kaldırdılar. Siması değişmiş sekerattaki birinin yüz şeklini almıştı. Acilen ambulansa taşıdılar. Kızının yanındaki diğer sedyeye yatırdılar.
Gözleri fersiz bakışlarıyla kızını aradığı belliydi. Kızını görünce kendine gelir gibi oldu. Görevliye baktı ve sedyedeki yatanı gösterdi ve “kızım” dedi.
Görevli şaşkın bakışlarını gizlemedi.
“Öyle mi, ne güzel! Amca, üç çocuk bir kadın kurtarıldı.” dedi.
Bu kendi ailesi olmalıydı. Evet evet hepsi kurtarılmıştı.
Dünyada alabileceği en büyük müjde bu olmalıydı. Ailesinin hepsi kurtulmuştu sanki. Görevli öyle söylüyordu.
En büyük müjde.
Sabredenleri müjdele diyen Allah'ın müjdesi.
Gerçek sahibin müjdesine muhatap olmanın sevinciyle gözleri kapandı. Kapanırken gözlerinin içi gülüyordu. Gülerek kendinden geçti. Ambulansın sirenleri ıssız bir şehir halini almış mekânda yıkıntılar içinde ilerlemeye devam etti…
Sirenler onun için çok tatlı bir name gibi geldi. Uzun bir yolculuğa hazırlanıyormuş gibi bir duygu ile kolları yana düştü.