Selçuk Üniversitesi Fizik Öğretmenliği Bölümü’nde okurken -tabii o zamanlar İbrahim Erkal dinleyip uzun paltolar giydiğimiz zamanlardı- bizi derslerde en çok zorlayan doçentlerimizden M. Akaslan Hocam, (Ellerinden öperim.) nükleer santraller ile ilgili şöyle söylemişti: “Üzerinizde 1 Å hakkım varsa bu santrallerin kurulumu için bırakın negatif bir cümleyi, negatif bir düşünceyi bile zihninizden geçirmeyin gençler.”
Einstein, 1905 yılında E=mc2 formülü ile fisyon (atomun iki veya daha fazla çekirdeğe bölünmesi) sonucu açığa çıkabilecek enerji konusunda öngörüde bulunmuştu. Daha sonra 1930 yılında bu öngörü deneysel olarak Otto Hahn, Lise Meitner ve diğerleri tarafından doğrulandı. Dünyadaki ilk nükleer reaktör 1942 yılında Enrico Fermi’nin yürüttüğü bir proje sonucunda Amerika Birleşik Devletleri'nin Chicago, Illinois kentinde kuruldu.
Elektrik üreten ilk ticari nükleer güç santrali Calder Hall'da (İngiltere) kurulmuş 17 Kasım 1956'da faaliyete geçmiştir. Fisyon kullanılarak üretilen ilk elektrik ise Aralık 1951'de Arco, Idaho’daki Deneysel Üretken Reaktörü'nden elde edilmiştir.
Batılı ülkelerin sanmıyorum ki, attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmesin. Batı dünyası, böylesine büyük bir güç çarpanı olan enerji elde ettiği nükleeri, silah olarak kullanmayı bile öğrenmiştir. Başka bir ülke senin nükleer reaktör yapmanı istemiyorsa inanın, öküzün altında buzağı aramak gerekir.
Olayı evlerimizde çalışan elektrikli aletleri çalıştırmak gibi dar bir çerçeveden bakarak yorumlarsak sanırım yanılırız. Pek tabii yeşil enerji için kürek çekmeyi sürdürelim. Aynı anda iki enerji için yatırım yapmanın neresi kötü, kime ne zararı var? Aynı zamanda reaktörler nükleer teknolojinin öğrenildiği/öğretildiği bir mektep değil midir? Lakin, nükleer madde ile reaktör sahibi olmanın da sorumluluklarının ağır olduğunu unutmamak gerekir. Şimdi, azıcık madalyonun diğer yüzüne bakalım.
Çernobil felaketinin otuzuncu yılı vesilesiyle TBMM’de düzenlenen basın toplantısında konuşan milletvekili Aytuğ Atıcı; Türkiye’nin nükleer enerjiye ihtiyaç duymadığını, enerji ihtiyacını yenilenebilir kaynaklardan karşılayabileceğini söyledi. (27.04.2016)
Alternatif Politika Dergisi’nin 2016 yılında çıkardığı bir yazıda da benzer bir görüş savunulmuştur. “Sınıraşan hasarlara neden olan en tehlikeli kaynak nükleer kirliliktir. Nükleer hasara neden olabilecek faaliyetler, özellikle açık denizlerde yapılan nükleer denemelerdir. Nükleer santraller, nükleer gemiler ve nükleer maddelerin taşınması sırasında sızıntı ve kazalarla atılan radyoaktif atıklar. Bu faaliyetler, insanın kontrolü dışında ve geri dönüşü olmayan yıkıcı sonuçlara yol açabilir.” Ne kadar bu konuda endişeler olsa da durum detaylı olarak değerlendirildiğinde her şey daha net belirmiştir ki, o da bizim bu nükleer dünyanın içinde yer almak zorunda olmamız ve küresel nabzı tutmamızın gerektiğidir. Yalnız asıl mesele, çevremize zarar vermeden her türlü tedbiri alarak bu paydanın parçası olmak. Paydanın dışında kalırsak boyun eğmek zorunda kalacağımızı eminim hepimiz görebiliyoruzdur, değil mi?