Eskiler bilir, TRT’nin spikerleri sunduğu programın sonuna gelindiğinde “Kâh güldük, kâh eğlendik, sürçü lisan ettiysek af-ola.” veda cümlesini söylerdi. Biz bilirdik ki programın sonu geldi, demeye kalmadan siyah-beyaz desenli olan çark dönmeye başlardı. Televizyonda izlenen her neyse, onun sonuna gelindiğinde ya bitiyor olmasının hüznü ya da yeni başlayacak olan programın sevinci olurdu yüreklerde. Çünkü televizyon hayatımızda çok ama çok büyük bir hacim kaplamıştı. İnanın bunu icat eden dahi, bence toplumun hayattan bu kadar kalın hatlarla ayırabileceğini beklemiyordu.
Türkçe derslerinde kompozisyon yazımında altın kural neydi? (Giriş-gelişme-sonuç) Bir kompozisyon üç parçaya ayrılmalı ve bu üç parça mutlaka birbirinde ayrılmalı. En azından okuyucu bunu aleni olarak ayırabilmeli. Ayrılmasa ne olur? Neden ana hatlarıyla bir metin blok blok ayırmak zorundayız? Anlattığımız olayın daha etkili olması için, bizler bile yazının başına ani dönüşler yapmıyor muyuz? Bazen sonucu, gelişmeyle harmanlayarak sunmuyor muyuz? Çok ta ayırmasak olur.
Gerçi müfredattan çıkarıldı ama misal coğrafya dersinde Anadolu neden yedi bölgeye ayrılmış durumda? Öyle ki, televizyonda her hava durumu sunulduğunda bu ayırım tekrar edilerek pekiştiriliyor. Kim ayırmış bunu, haberi olan var mı? Malatya ile Maraş’ın yemek kültürü arasında bu denli derin ve ayrışabilen ne farkı var? Ya da Afyon ila Uşak arasında çetin kış mevsimi çok mu farklı yaşanıyor? Ama ikisi de ayrı bölgelerde. Biz Anadolu insanının doğasında ayrışmak, ayrıştırmak pek yoktur ki. Olmasın da zaten; sofra kurulunca yoldan geçen yabancıyı bile çağırıp, baş köşede misafir etmek vardır bizde…
Ayırım ne zaman ve nasıl olmalı? Çok önemli olan ve başlangıç olarak alınan takvimlerden Hicri Takvim; Hz. Muhammet ve inananlara göre 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç edişi başlangıç olarak kabul eder. Milat sözcüğü Arapça’dan gelmiştir ve “viladet” kelimesinde türetilmiştir. Doğmak ve doğurmak anlamına gelir. Yani tam tamına bir başlangıçtır. Değişen takvim ve sistematik farklılıktan ötürü burada ayırımın ta kendisidir.Ayıralmazsa olmaz.
Hafif acı bir Türk Kahvesini hazırlayın, şöyle bol köpüklü; yanında yarım bardak su ile için. Afiyet olsun, hazırsanız serüven sürüyor.
Ramazan Ayının bereketiyle ilgili söylenecek, tek bir şaibeli kelime, bu kelimelerle kurulacak bir tek cümle dahi sarf etmiyorum. Çünkü nankörlük yapmış olurum. İnsanlar üzerinde bıraktığı merhamet yüklü hal için ne diyebiliriz. Vicdanın varlığını ispatladığı ay. İnsanın, Allah’a teslim olduğu ve onun için dünyeviyattan vazgeçtiği mübarek ay. Suç oranının azaldığı, daha fazla paylaşımın yapıldığı ay. Burada Ramazan ayını diğer aylardan ayırma da göreyim seni. Keşke her ay bu ay gibi olsa...
Gençten ihtiyaç sahibi biri, kıyafet satılan bir mağazaya çekinerek girmiş. Mağazanın patronuyla göz göze gelmiş, patron şık takımıyla çil çil parlıyormuş. Lacivert blazer çeketinde göz kırpan kan kırmızısı mendil ile oldukça şık görünüyormuş. Gencin ne niyetle geldiğini fark eden patron oturduğu sandalyeden kaplan gibi fırlamış. Patronun aniden kaplan gibi fırladığını gören tezgahtarlar hemen arkasında teyakkuza geçmiş. Kırklı yaşların sonlarında olan patron, yirmili yaşların başlarında olan delikanlının elini oldukça samimi şekilde sıkmış: “Ooo, hoş geldin kardeşim.” Zaten çekinerek gelen gencin sesi iyice içine akmış. Kısık bir sesle: “Önümüz bayram, bir-iki parça, param yok!” diyebilmiş sadece. Tam o esnada göbeği, üzerindeki yeleğe zor sığan, konuşurken gerdanı sallanan ve bolca parası olduğu belli olan biri girmiş mağazaya. Patronun, mahcup delikanlıyla ilgilendiğini görüyor olmasına karşın, kendinden emin halde konuşmaya başlamış: “Beni Rüstem Dayı gönderdi. Selamımı söyle en iyisini en uygununa yaparlar dedi.” Bu münasebetsizin derdini anlayan patron, göbeği her an patlayacakmış gibi duran müşterisine yüz vermeden, tezgahtar yardımcıları harekete geçirmiş: “Oğlum bakın ağabeyinize…”
Durumdan pek memnun olmayan zengin müşteri, patronun başından savdığını anlamış olsa da; gerdanını sallayarak homurdanmış. Akabinde tezgahtarları takip edip arka reyona geçmiş. Yine de patronun yanından geçerken ona sert bakışlar fırlatmış. Bu durum patronun umurunda değilmiş. O an ilgi odağında delikanlının bayrama hazırlanması varmış. Eski bir terzi olan patron, gencin bedenine uygun olacak mağazanın hemen girişindeki kıyafetlere doğru yönelmiş. Hem konuşuyor hem de kıyafetleri seçiyormuş: “Bu tenine daha iyi olur, bu düşük bel sana pek gitmez, aaa bu gömlek tam senlik.” Mahcup olmaktan yorulan genç, yanlış anlaşıldığını düşünmüş. Çünkü patronun sergilediği yeni sezon ürünler, hem de hepsi vitrinde örnekleri olan pahalı ürünlermiş: “Şey efendim, beni yanlış anladınız. Benim param yok.” Patron hummalı şekilde kendini işine vermiş halde, duyduklarını umursamadan raftan indirdiği hırkayı gencin üzerine tutmuş: “Bak bunu da almalısın, bunu da sarın oğlum.” Genç bu kadar iyi davranan patronun karşısında bu mağazaya girdiğine neredeyse pişman olacakmış. Sonunda dayanamayan delikanlı patronun kolunu tutmuş: “Ağabey, ben genelde eski, satılmayan, defolu, depoda toz içindeki kıyafetleri alırım. Sanırım sen yanlış anladın beni? Rüstem Dayının selamıyla gelen ben değilim.”
Bunun üzerine Patron gülümsemiş, gelen delikanlının omuzuna dokunarak okşayan gözlerle ona bakmış: “Rüstem Dayının selamıyla gelen zengin adam içeride delikanlı, onunla ilgileniyorlar. Burada önemli olan sensin.” Şaşıran gencin tam olarak anlamadığını gören patron son olarak şöyle demiş: “Oğlum sen de Allah’ın selamıyla geldin, ben sana nasıl defolu ya da tozlu ürün verebilirim? Ayrıca ücretini öte tarafta alacağım bu ticareti nasıl kaçırabilirim?”
Her türlü engele rağmen; nefsimize rağmen, irade savaşı içinde olmamıza rağmen, bu dünyanın tatlı görünümüne rağmen; iki dünyayı birbirinden ayırma anı geldiğinde, oturduğumuz sandalyede rahatımız yerinde bile olsa, tetikte bekleyen bir kaplan gibi hamle yapmalıyız. Bu ayırımı kim yaparsa kazanır, yapamayan kaybeder dostlar.