Hedef Ülke Türkiye Ne İstiyor?

Alper Süzer

Asrın felaketinin üzerinden bir yıl geçti. Yunanistan basını bile “Geçmiş olsun komşu” diyerek güne başladı. Duygu selinin akıp koca bir nehir olduğu o günlerde, gönülden yapılan yardımlar aktı geldi. Tüm Türkiye’nin verdiği bu şiddetli sınavın şokunu henüz üzerimizden atamamışken, yardım için harekete geçen iyi adamlar her enkaza ulaşmamışken; kötü adamlar çoktan iş başı yapmıştı bile! Bu felaket bertaraf edilirken şunu çok net gördüm; bu ülkede çok fazla hain var. Hani ölçüm yapılsa ve metre kare başına hain sayısı hesaplansa diğer ülkelere göre açık ara birinci oluruz.

Çalışıp, gayret ederek kazanma alışkanlığımıza ne oldu bizim? Yalansız, ahlakımızdan taviz vermeden başarmanın tadını ne zamandır unuttuk? Peki okuyan, üreten, geliştiren kesim nerede? Bir kısmına “entellektüel” dediğimiz liyakat ilkesini savunan bu aydın kesimin büyük kısmı gözükmüyor? Aslında oldukları yerde çalışmaya devam ediyorlar. Neden mi görünmüyorlar? Sistemdeki dengeyi sağlayan bu kesim, eskisi kadar para kazanamadığı için olsa gerek, görünmüyorlar. Yani para el değiştirmiş durumda. Tam burada sormak lazım, hedef ülke Türkiye bunu mu istiyor? Siyasetin her yana girdiği memleketimizde, taraf olmak zaruri hale gelmiş durumda…

Ya da bir ülke neden hedef olsun? Bir şirket yönetiminde bile, personel arasında evlenen, çocuk sahibi olanlar tebrik edilir ve o duruma uygun sosyal bir aktivite gerçekleşir. Yani şirket için düşünülen tek değer kar ve zarar raporları olmaz. İnsanın olduğu her yerde olaya sosyal bir pencereden bakmak gerekir. Ancak, Türkiye şu anda tam da bu yozlaşmaya savrulmaktadır. Orta direk tabiri “Orta direk Şaban” filmiyle dilimize peleseng olmuş, aslında sistemin bel kemiği olan kesim kifayetini yitirmiştir. Türkiye, yani biz bunu mu istiyoruz?

Acaba Azrail’in ekstra mesai yaptığı 6 Şubat 2023 gününü biz neden yaşadık?
Kurtarma operasyonuna katılan Norveç’li bir Hıristiyan, sahada çalışırken, bizim kurtarma ekibine şunu söylüyor: “Siz ne yaptınız da, Tanrı size bu kadar kızdı?” Sanırım hepimizin bu sınavda payı var…
İtü’de yaşanan bir olay anlatayım. Mühendislik eğitimi veren fakültedeki anfide dersi anlatan profesör sınav notları belli olan öğrencilerdeki ümitsizliği fark eder ve sorar; “Neyiniz var gençler.” Önde oturan öğrenci çekinerekte olsa ayağa kalkar. “Hocam notlar açıklandı ve cevaplarda gidiş yolundan hiç puan vermemişsiniz.” Der. Profesör anında sinirlenerek yansıdaki dosyayı kapatıp, başka bir dosya açar. Soluk alıp verişi değişmiştir. Yansıdaki görüntüde, yıkılan bir binanın içinde kalorifer peteğinin altında kalarak feci şekilde ölen birinin resmi vardır. Sınıftaki uğuldama o an bıçak gibi kesilir. Bir sonra ki resimde; deprem dolayısıyla çöken bir binanın zemin katındaki kazan dairesinden, fışkıran kaynar sulardan dolayı feci şekilde ölen bir yatakhane dolusu lise öğrencisi görünür.

Profesör, etkisi altına aldığı sınıfa döner. “Bu zavallılara soralım mı, virgülün yeri neresi? Hesabı yanlış yaptıktan sonra yaptığın ev, ev değil mezar olur!” Yutkunup derin bir nefes aldıktan sonra devam eder Profesör; “Eskiden sizin yaşınızdaki insanlar, savaşta tünel kazıp siper ve hatta köprü yapıyorlardı. Mühendishane bu yüzden kuruldu. Bu meslekte kayan virgül değildir, hayattır! Senin bir anlık ihmalin bu resimdeki insanların sayısını arttır. Fayda değil, zararın olur. Ölen insanlardan sen sorumlu olursun. Bu işi hobi gibi görüyorsanız, kaydınız hemen alıp güzel sanatlara gidin. Sizler benim ve bu ülkeni ümidi ve yarınlarısınız.” Gözleri dolan profesör, buğulanan yuvarlak gözlüklerini çıkarıp sildi. “Boğaz Köprüsü yapılırken gece gündüz çalıştım. Babamın cenazesine zamanında yetişemedim. Açılacağı gün gittiğimde, ‘protokolde senin yerin yok dediler.’ O an anlamıştım. Halkın fedekarlığı ile yapılan köprüde, zerre kadar emeği olmayan kebap düşkünü politikacı varsa hepsi oradaydı. Sizler çocuk değilsiniz, not için yalvaran değil muassır seviye için çabalayan olmalısınız.” der ve sınıfı terkeder.

Ne kadar ağır geldi değil mi? Çocuklarımızı zorlayan, biraz fazla ödev veren öğretmenleri kendi ellerimizle durdurmadık mı? Yaptığı işin hakkını verenlere ‘aşırı hassas’ etiketiyle yaftalamadık mı? Pamukların üzerinde büyüttüğümüz evlatlarımıza kolayı tercih etmeyi çok küçük yaşlarda bizler öğretmedik mi? ‘Ben ezildim, çocuğum rahat etsin.’ Mantığı ile hareket etmenin finaldeki sonu değil mi bu?
Bu kadar önemli günlerde neyin yıldönümün de olduğunu bence iyi anlamalıyız. İşin hakkını vererek, aslında olması gerektiği gibi yapanların tarafında durmaktan bahsediyorum. Adamcılığın bitip, liyakatin başladığı bir sistemin özlemi hiç bu kadar doruğa çıkmamıştı.

M. Kemal Atatürk, kendisine gelen yaşlı teyzeyi dinler. Teyze, oğlunun işsiz olduğunu ve memlekette devlet demir yollarının işçi aldığını söyler. Atatürk bir kağıda kocaman harflerle yazar, “… Hanımın işi görülsün.” altına da imzasını atar. Olayı takibe aldırdığı için bir hafta sonra sonucu öğrenir. İşçi alımı yapan müdür, teyzenin getirdiği mektubu okur. Sonra da teyzeye dönüp; “Teyzecim, oğlunda herkes gibi sınava girecek.” Der. Akabinde istifasını yazıp, eşyalarını toplayıp ayrılır…

Gazi bunu duyunca kurduğu sistemin oturmasından dolayı çok mutlu olur. Müdüre ne mi oldu? TCDD’nin o bölgedeki bölge müdürü oldu. Tekrar etmek istiyorum; Adamcılığın bitip, liyakatin başladığı bir sistemin özlemi hiç bu kadar doruğa çıkmamıştı…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.