Peki; günümüzde de önümüze konulan, yaşadığımız hayatın içinde hemen her bilgiyi kabul etmemiz ne kadar doğrudur? Bilgi kaynağı kim ya da kimlerdir? Bu bilgi, elde olan diğer bilgiler ile ne kadar örtüşmektedir? Hemen her bilgi, teyide muhtaç değil midir? Bakın şimdi şu habere bir göz atalım;
Atatürk Havalimanı'ndan Isparta'ya 29 Kasım 2007 günü saat 23.20'de havalanması gerekirken, Priştine seferinden geç dönmesi nedeniyle 30 Kasım'da saat 00.51'de toplam 50 yolcu ve 7 mürettebat ile İstanbul'dan kalkan KK4203 sefer sayılı uçak, saat 01.36'da Süleyman Demirel Havalimanı'na inişe geçtiği sırada Isparta'ya 18 km mesafedeki Keçiborlu'da düştü. Atlasjet Hava Yolları başkanı Tuncay Doğaner kazadan kimsenin sağ kurtulamadığını açıkladı.
Türkiye'nin nükleer enerji konusunda önemli çalışmaları olan Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Fizik Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Engin Arık, Boğaziçi Üniversitesi Araştırma görevlisi Berkol Doğan, Lisansüstü öğrencisi Engin Abat, Doğuş Üniversitesi Fen Bilimleri Bölümü Başkanı Prof. Dr. Şenel Boyda, Doç. Dr. İskender Hikmet ve Araştırma görevlisi Mustafa Fidan da bulunuyordu. Soru işaretlerinin arasında bilim şehidi olan Sayın Hocalarımızı saygıyla anmak istiyorum. Bilimin ne denli önemli olduğuna iyi bir örnekti.
Şimdi bilginin önemine diğer bir örnek. “Yanlış bilgilendiriş düşman en iyi düşman.” Mantığıyla kurulan elektronik harp üniteleri gelişmiş ülkelerin ordularında yerini aldı bile. Artık birçok askeri stratejik önemi olan istihbarat bilgileri, dijital dünyanın ışık hızıyla dolaşılan sanal ortamlarından ediniliyor ya da karşı tarafı yanıltıyor. Düşünün şimdi, bombardıman yapmak için gelen düşman uçağı, radarında kendine doğru gelen topraklarını savunmak için havalanmış 10 tane savaş uçağı görse; sanırım bombardımandan vaz geçerdi? Çarpıcı olan tarafıysa, bunun gerçekte olmamasıdır! Bu durumu hayatın içinde düşünün. İş yerlerimizde, alışverişte, okulda, trafikte yani kısacası hayatın içinde, kandırılmadan pozitif bilime inanarak yaşamayı ümit edenlerden olmak için üzerimize düşen görevler vardır. Çocuklarımıza ve çevremize örnek olma görevini de ihtiva eden bu vazifelerin başında, bilinçli okuyucu olmak gelir. Akademik anketlere göre ülkemizde halen en çok okunan kitaplar, ders kitaplarıdır. Pozitif bilim diyoruz ya; referans olarak bunu alıp her bilgiyi süzgecimizden geçirdikten sonra kabul edelim. İşte bilgi birikimiyle oluşturmamız gereken dağarcığımızın çapı, bildiğimiz kadar geniştir. Yani bilimsel bilgi birikimimiz yoksa önümüze gelen her bilgiye boyun eğmek zorunda kalırız. Boyun eğmemek için teorik anlamda yüklü bir data bilgisine sahip olup, bu birikimi muhakeme eden bir zihin eşliğinde tecrübeyle harmanlamak zorundayız. Yeterli mi? Tabi ki hayır! İnancın içine katılmadığı teorik bilgi başarıya ulaşamaz. Çaylarınızı tazeleyin beni çok etkileyen kısma geliyoruz.
Bütün savaş hazırlıklarını bitirdiği cuma günü Alp Arslan, Malazgirt Savaşı öncesi bütün komutanlarını toplayarak Allah’a şöyle yakardı: “Allah’ım! Sana tevekkül ettim ve bu cihatta sana yaklaştım; şu an senin huzurunda secdeye kapanıyor ve yalvarıyorum. Bu sözlerin, benim gerçek duygularımı yansıtmıyorsa beni ve beraberimdeki yardımcılarımı kahret! Eğer içtenliğimi kabul edersen bu cihatta düşmanlara karşı bana ve beraberimdekilere yardımcı ol ve beni muzaffer bir sultan kıl.” Sultan Alp Arslan hislerinden o kadar emin ki, yakarırken bile iddialı konuşuyor. Buradan şu sonuç çıkıyor; Allah’a-kendine-askerine inanmadan başarmak imkansızdır. Dedikten sonra tekrar inancı tamamlayan en önemli unsur olan silah teknolojisine dönelim.
Dünyada silah sanayisine ayrılan para inanılmaz rakamlara ulaşmış durumdadır. Temelinde mühendislik, onun temelinde de fizik biliminin olduğu bu sanayi, insanı dehşete düşürecek çapta her geçen gün daha da hızlı büyümektedir. Bu derya tezgâhtan nemalananları anlatmak dahi isteniyorum.
İnsan hakları ve demokrasi merkezi olarak görülmek isteyen gelişmiş zengin ülkelerin uçakları, Suriye ve Irak’ta bombardıman esnasında sivil halkı acımadan öldürdüğü yine kendi basın organlarıyla defalarca ispatlandı. Kimisinde kuru bir özür açıklaması yapıldı, çoğunda reaksiyon dahi verilmedi. Dediğim gibi sonuçta büyük ülkelerin uçakları! Vurulan binaların içinde yaşayan insanlara kıt imkanlarla yardım etmeye çalışanların karşılaştığı ürkütücü bir görüntüyü anlatacağım size. Deprem enkazında yaşayanlara ulaşmak için kullanılan düdükler burada da kullanılıyor. Anne ve babalarının ölümünü gören çocuklar, hayatta kalması için çok önemli olan düdük seslerine; maalesef ama maalesef tepki vermiyorlar. Görevliler tesadüfen ulaştığı çocukların, oturdukları yerde etrafa boş boş bakarken buluyor. Sanki acı eşiğini geçtiği için, bir makine gibi bedenleri kendini kapatıyor. Algılarını yitiren çocuklar, tedavi altına alındıklarında ilaçları ve yemekleri zorla yediriliyor. Buradan hissemize düşen çocuklarımızın geleceği için, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını sağlam temeller üzerinde payidar etmek için bilmek zorundayız.
İnsanlık ilkelerinin terkedildiği bu duruma; güçlü ülkelerin lüks hayatlarını sürdürme gayreti, dolayısıyla yer altı kaynaklarına hükmetme çabası ya da dünyadaki mutlu azınlığın kalanları sömürme oyunu diyebilirsiniz. Adına ne demek isterseniz onu diyelim. Ancak batılı ülkelerin, Ortadoğu’ya demokrasi getirdiğini iddia eden “Arap Baharı” gibi komik isimler takarak yazdıkları piyeslere inanmak; yerçekimi kuvvetini inkâr etmek kadar absürt bir durumdur. Baharın geldiği ülkelerin durumu ortadadır; açlık, sefalet içinde debelenen insanlar, anne ve babalarını kaybetmiş ne yapacağını bilmeyen çocuklar, bu sözde baharın sembolleri olmuştur.
“Neden bilmek zorundayız?” sorusuna yeniden dönersek, toprağın kana doymadığı, suların iyice ısındığı dünyada, bayrağımızın dalgalanabilmesi için topraklarımızda okunan ezanların Halep’te olduğu gibi susmaması için bilmek zorundayız!